Zehra Çelenk ile son öykü kitabı Hayatta Kalma Rehberi üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Zaman zaman umutsuzluğa kapılmanın da kusur sayılmamasını dileyerek ancak geleceğimizin de bugünden kurulduğunu unutmadan yürüdük sözcüklerin arasında.
Son iki yıldır köşe yazıların çok geniş kitlelere ulaşıyor. Özellikle hemen herkesin tartıştığı, konuştuğu, öfkelendiği, umutlandığı, sevindiği olayları sen anlattıktan sonra, “Benim de hissettiğim buydu ama tam ifade edememiştim. Zehra Çelenk ne güzel anlatmış” şeklinde yorumlara sık sık rastlıyorum. Bence bu kaleminin gücünün yanı sıra şununla da ilgili: İnsan ruhunun derinliklerine ve duygularına inebilen güçlü bir seyyahsın. Yazı yazarken kendi ruhuna doğru yaptığın yolculuklardan, keşiflerden bahseder misin?
Çok teşekkürler. Sanıyorum kendi ruhunu, duygularını, hatta hayli kök salmış düşüncelerini de, sakınmasızca sorgulamayı seven biriyim. Kendi kuyularına, kendinde derine inebildiğin ölçüde başka insanları da tanıyabiliyor, anlayabiliyorsun. Buradaki o sorgulama, kavrama çabasıyla birleşen, yer yer konuşmayı andıran anlatım da içtenlikle geçiyor okura.
Çok sevdiğim tüm yazarlardan öğrendiğim, şunun kıymeti oldu: Okuru oyun arkadaşın haline getirmek. Bunu yaparken de oyunda hileye hurdaya, ucuz manada “kandırmaya” başvurmamak. Kurmacanın, yazının karşılıklı uzlaşıma dayalı oyunlarından, oyunculuğundan bahsetmiyorum burada. Okuru göz hizasında konumlandırmayı, bir tür eşitlik ilişkisini kastediyorum. Yazmak bir yanıyla bizi başka dünyalara ulaştırmanın yolu değil midir? Başarabildiğim ölçüde, ne mutlu bana…
Yeni öykü kitabın Hayatta Kalma Rehberi’nde 14 farklı öykü bulunuyor. Ancak yarattığın karakterlerin kimi zaman kendi duygularıyla kimi zaman da kimlikleri ve tavırlarıyla yüzleşme evreleri bir devam hissi de yaratıyor. Ben, kitaptaki tüm karakterlerle hayatımın bir evresinde karşılaşmışım hissine kapıldım. Senin, onlarla karşılaşma hikayen nasıldı? Sadece gözlem, hayal gücü ve yaşamı özümseyerek mi oluşturdun onları yoksa başka etkileşimler de var mıydı?
Öncelikle şunu diyeyim, dili ve biçimi çok önemsememin yanında, hikâye (de) anlatan hikâyeleri öbürlerinden biraz daha çok seviyorum genellikle. Bunların iç içeliğini… Söze çok fazla yaslanmak da, olay örgüsü ve karakterler hilafına bir manzara çizmek de değil arzum. İçinden mümkün mertebe sahici karakterler geçen hikâyeler anlatmak. Bunu bir yargı, “öykü budur” biçiminde söylemiyorum, özellikle “seviyorum,” diye kurdum cümleyi. O tür keskin tanımlardan da hazzetmiyorum.
Her öyküde belli anlamda bir krizin, dar kapının eşiğinde bir karakterin durumla, hayatıyla, ilişkileriyle yüzleşme, cebelleşme hali ve tüm bunlara bir parça mesafelenmeyi, soluk almayı sağlayan mizah, ortak nokta. Karakterlerimin çoğunun içinde tanıdığım, gözlediğim insanlardan parçalar vardır tabii. Hiçbiri tek bir kişinin öyküye aktarılmış hali değil.
“Yapı görme”, kalıpları ve desenleri algılama eğiliminin faydası oluyor karakter yaratmada. Agatha Christie’nin Miss Marple karakterine söylettiği bir söz çok hoşuma gitmişti: “Bazı insanlar bana bazı insanları hatırlatır, böylece hepsini tanımama gerek kalmaz.”
Şarkılardan film yıldızlarına gerçek hayat ayrıntılarını ve dikkatini çekmiş olacağı gibi, uygun miktarda diyalogu da öykülere katmayı seviyorum.
Yazmayla olan ilişkin nasıl başladı? Çocuk Zehra da yazı ile ilgili miydi, ilk yazdığın metinleri hatırlıyor musun? Biraz sen, yazmak ve anlatmak istediğin arasındaki bağın geçmişine gitmek istiyorum burada. Senin hikâyenin başladığı yerlere götürür müsün bizi?
Son zamanlarda bundan sıkça bahsettim ama çok sevdiğim 5Harfliler için bazı bazı özel ayrıntılara gireyim. Yazmaya başladığım anda yazmaya başladım. Şiirle. İlk şiirim ilk defterimde el yazımla duruyor. Şiirleri “Amatörler” ve “Yeni Şiirler” biçiminde ayırıp 6-12 yaş arası kullanmışım o kırmızı defteri.
Çok okuyan ve yazan bir çocuktum, etrafımda da hep benden büyükler vardı. En sevdiğim oyuncağım bir aile dostumuzun hediye ettiği pandaydı. Kendi kendime dizdiğim hayali evler ve oyun arkadaşlarıyla oyunlar oynardım. Sokakla tanışmamsa sürdü biraz. 10-11 yaşlarımda sanıyorum, bir gün bir top oyununun ortasında buldum kendimi. Feci deneyimsizdim, sokakta oynamanın müthiş zevkli bir şey olduğunu hemen anlamıştım ama bunun için biraz geçti, oyunlarda ütülme riskim yüksekti. Çocukluğumdan hatırladığım komik bir andır o al yanaklı keşif halim.
Kendimi ve yaşanan ânı biraz yukarıdan bir noktadan izler gibiydim çocukken, ânın tamamlanması, tam hissedilmesi yazarken gerçekleşiyordu. 16-17 yaşlarımdan itibaren hayatla çok daha içli dışlı biri haline geldim, hatta onun da ortasını bulamadığım zamanlar oldu. Eve giremiyordum bu kez de. Yine de dünyayla aranda ince bir tül perde, sadece yazarken anlayabildiğin ve anlatabildiğin kısım kalıyor. Belki yazarlığın özü de budur.
Sırpuhi Düsap’ın henüz genç yazar adayı olan Zabel Yesayan’a tembihlediği “Kadınsan vasatın üzerinde yazmalısın. Seni bu yolda defne yaprakları değil dikenli yollar bekliyor” öğüdünü ben hep hatırlarım. Senin ve diğer kadın yazarların dikenli yollarda yürüdüğünü düşünüyor musun?
Kuşkusuz. Kadın yazar için en ferah görünen yollar bile dikenler, tuzaklar, mayınlarla dolu. Günlük hayatın hep kadına çok daha fazlası düşen türlü meşgalesi içinde, yazma uğraşı kadar ciddi konsantrasyon gerektiren bir alana vakit ayırabilmekten, yıllarca kendimizi ve dünyayı eril anlatılar içinde kurmuş olmamızın yarattığı önyargılara kadar…
Her kadın kafasının içinde sürekli parmak sallayan bir iç sesle yaşıyor aslında. “Şunu şöyle yap, böyle yapma, bunu başaramazsın, şöyle davranman lazım, şunu giy, bunu giyme, çok göze batma…” Yazmak aynı zamanda o iç sesi alt etme mücadelesi.
Ailem yazmamı destekliyordu. Elbette “daha normal” bir meslek sahibi olmak da önemseniyordu ama baskılar, engeller olmadı. Aile bakımından şanslı olsanız da dış dünya, hayat mücadelesi ve kurulan ilişkilerin yer yer zehirli doğası, buna izin verirseniz çok çelmeleyici olabilir. Hayatınızı kazanmak zorundasınız, çok şanslı istisnalar haricinde bu da pek edebiyat yoluyla gerçekleşemiyor. 11 yaşına kadar top oynamamış bir çocukken, üniversitede, o fanustan çıkıp TV gibi rekabetin çok yoğun olduğu, bizde hayli kuralsız, sert bir alana daldım. Ki talep ettiği emekle onun dışındaki yazma vaktinden çok çaldığı için bazen sorguladığım bir tercihtir ama hayatı öğrenmek bakımından da, yazmada da epey faydasını gördüm. Bir de maalesef benzer örüntüler daha “yüksek” sayılan yerlerde de var, edebiyat-kültür ortamlarımız bu arızalardan azade değil, hem de hiç.
Senaristlik, dizi işleri özellikle, büyük emek ve disiplinin yanı sıra ciddi oranda kadın izleyiciye hitap etme becerisi de gerektirdiği için ayrımcılığın yoğun hissedildiği mesleklerden değil. Ama son tahlilde erkeğin sözünün hep daha bağlayıcı olduğu bir ülkede yaşadığımız, bu durumun çoklukla kadınların da rızasıyla sürdürüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Bir “idare etme, derleme toplama, sürdürme” rolü biçiliyor kadınlara, son derece etkin pozisyonda olduklarında bile.
En aydın görünümlü mahallelerde bile feci bir mahalle baskısı var bir de. Hayattan çok birbirini gözleme eğilimi. Bu bana çok sıkıcı geliyor bazen. Doğrudan deneyimlemediğimiz dertlere, zorluklara, bilmediğimiz hayatlara dair empati, saygı çok düşük bizde. Saygı, göstermekten ziyade talep edilen bir şey. Sürgit bir bunaltıcı ‘samimiyetsizce samimiyet sorgusu’ var. Var da var.
Peki sen bu dikenli yolları geçmek için kendi motivasyonunu nasıl sağlıyorsun?
Bir kadının hayatının büyük kısmı sahip olduğu nitelikler nedeniyle alttan almakla ve lüzumundan, kaldırabileceğinden fazlasını yüklenmekle geçiyor. Tüm bunların oluşturduğu iç sese kulağımı önemli ölçüde tıkamayı öğrenmek benim yöntemim. Çocukluktaki, o daha katıksız okuma ve yazma hazzını mümkün olduğunca geri çağırmak. Dünyayla ancak yazmak yoluyla çözülebilecek bir derdin varsa devam edebileceğin kadar zahmetli bir uğraş, yazmak. Her kesimden, meselesi seninle benzer olan insanlarla da karşılaşıyorsun bir biçimde, ödüllerinden biri de bu oluyor.
Bu benim hikayemden özet. Sonuç olarak kadın yazarların hepsinin hikâyesinde sabit nokta, zorluk. Her şeye rağmen gümbür gümbür geliyor kadınlar. Yapa yapa, yaza yaza dönüştüreceğiz işte. Geçen bir yerde demiştim, “dünyanın çürük dişini kadınlar çekecek.”
Haden Öz ile yaptığınız söyleşide “‘Kadın kadının kurdudur’, özenle sürdürülmeye çalışılan bir yanlış bilgi. O erkeklik algısının sürdürücüleri sadece erkekler değil zaten, kadınlarla işbirliği içinde oluşuyor” demişsin. Nitekim köşe yazılarında da zaman zaman bunu vurguluyorsun. Öykülerinde de aynı tadı farklı biçimlerde hissetmek mümkün. Örneğin Tolga’yla Üçüncü Yemeğimizi Yediğimiz Yer isimli öyküde hemcinse duyulan öfkenin yönünün değiştiğine de tanıklık ediyoruz… Ben senin köşe yazılarını da öykülerini de okurken bir kadın olarak kendimle de yüzleştiğimi hissediyorum… Metaforik babalarımız ve öğretilmiş kadın hallerimizle olan kavganı öykülerine nasıl yansıttığını anlatır mısın bize?
Bildik hikâyedir: Gönül ilişkilerinde aldatma travması genellikle öfkenin öteki kadına yönlendirilmesine yol açar. Halbuki öncelikli muhatabın ilişkiyi yaşadığın kişi, niye başka insanı suçluyorsun. İlişkilere başka insanlar rahatlıkla giriyorsa genellikle ciddi bir sorun olduğu için, o gedikten giriyor. Dış kapının mandalına kabahat yüklemek yerine yürümeyen bir şeyi kendine fazla zarar vermeden bitirmeye çalışmak en iyisi galiba. Yoksa kadının hırsını kadından çıkarması çok kolay, bize küçüklükten beri öğretilen de bu.
Beş yaşımızdan beri ne ve kim olursak olalım kendimizi öncelikle erkeklere beğendirme, erkekleri elimizde tutma gerekliliği benimsetiliyor. “Kadın kadının kurdudur” zehrinden uzak durmak politik bir tutum olmalı neredeyse, bu nedenle. Yoksa kadın kadına ilişkiler çok kolay olduğu için değil.
Başına o öyküdeki Burçak’ın başına gelene benzer bir hezimet geldiğinde, içinden dolu dolu geçen o “orospu”yu susturduğun zaman gerçekçileşiyorsun. Öyküde Burçak ikinci aşamaya geçiyordu. Devamını da getireceğini, büyüyeceğini, yeniden sevmeyi ve kendini sevmeyi öğreneceğini düşünüyorum. Böyle bir karakterin hikâyesini yazarken karşı tarafın ve erkeğin bakış açısını da göz önünde bulunduruyorum bir de daima.
“Küvet” ve “Hayatta Kalma Rehberi” öykülerinde de bu yüzleşme teması çok güçlü…
“Küvet”te bir anne- kız örgüsü var. Hiçbir şeyle yüzleşmeyip verili hayatı yaşayan anne ve gerçekleri görmekten asla kaçamayan kız. Ergenliği çok zorlu geçen o kızın o öyküdeki “havuzun” dibinden çıkıp kendini bulabilecek yegane karakter olduğuna dair güçlü kanıtlar var.
İyi bir ilişkinin sağladığı duygusal güvenlik hissinin pek bir ikâmesi yok. Önceki soruna döneyim. Babaları ve kocaları bin yıllık tahtlarından kolaylıkla indiremeyiz ama kendimizi doğru yere oturtarak başlayabiliriz. Herhangi bir nedenle biten bir ilişki, “bir” hikayenin sonu, hikayenin sonu değil. Toplumun mümkün bütün biçimlerde elimizden almaya çalıştığı özsaygı ve sevgiyi, iç barışı kurmaya çalışmak hayati. Başka bir insanla sağlıklı ilişki de ancak böyle kurulabiliyor. Aksi, adına aşk, sevgi denen uzun ve karmaşık bir işkenceye dönüşebiliyor kolayca. İlişkilerin, bu arada arkadaşlıkların da, düşman ya da müttefik aramadan, kendi yağında kavrulmayı öğrenmesi gerek.
Kitapta en çok dikkatimi çeken kısım “Gelecekte Biten Hikâyeler” bölümü oldu. Bugünden geleceğe uzanan distopik bir kapıyı aralamışsın. O kapıyı araladığın öykülerde okura geçirmeye çalıştığın duygu neydi? Örneğin ben zaman zaman umutsuzluğa düştüm ve “Biz bugün ne yapıyoruz, yarına ne bırakacağız?” diyerek kendime de kızdım…
Onu ben de çok yaşıyorum, o öykülerin çıkış noktası da oydu. Aşklara bakıyorum, dünya kadar “buddy”lik müessesesi sarmış etrafı, aşkı ara ki bulasın içinde. Her tür yakınlık hayli zor ve arızalı hale geldi dünyada. Bir tür ahlak içinden yazmıyorum bunu, en insani yerden söylüyorum: Birbirimizle gerçek bağlar kurmaya ihtiyacımız var.
Geleceği şimdiden kurduğumuz hissiyle hayal ettim ve yazdım o öyküleri. Margaret Atwood, The New York Times’da yayımlanan, Damızlık Kızın Öyküsü’nün Trump çağı için ne ifade ettiğini anlatan bir yazısında şöyle diyor: “Gelecek ayrıntılarıyla betimlenebiliyorsa belki de gerçekleşmez.” Kulağa biraz iyimser geliyor ama önemsiyorum bu fikri. Hikâyeler bugünü anlamanın yolu olduğu gibi geleceği kurmanın da bir yolu olabilir. Her durumda müthiş bir direnme potansiyeli taşıyorlar.
Son olarak umuda ve aşka dair konuşalım istiyorum. Kitap arkası yazında bahsedildiği gibi “Zaman zaman umutsuzluğa kapılmak da kusur değildir, umut hep var diyor metinler…” Gelecekte başlayacak ve bitecek hikayelerimize umudu, aşkı, yakınlığı taşımak için ne yapmalıyız sence?
Bence hoyratça harcama ve tüketme eğilimimizden bir an önce, yakın ilişkilerden başlayarak vazgeçmemiz gerekiyor. Kalınmaması gereken yerden bir türlü gidemezken karşımıza çıkan güzelliklere kolayca tekme vurabilme alışkanlığından. Hiç ölmeyecek gibi yaşarken köşeyi dönünce araba çarpma riskini de bilmek gibi bir şey bu.
İyi şeyler insanın başına sonsuz sayıda gelmez. Gelince kendimize ve karşımızdakine gerçek anlamda şans tanımakta, “hep bana” demeden anlamaya, tanışmaya çalışmakta, süreçlere sabır göstermekte yarar var. Bu becerimizi hızla yitiriyor gibiyiz. Aşka ve “anlam”a daima ihtiyacımız olacak. Ama öncelikle hâlâ bu denli erkek bir dünyada yaşarken kendi yerimizi bulma mücadelemizden de asla vazgeçmeyeceğiz.
Toplumsal anlamda umudu canlı tutmak da daha karmaşık etkenlerle birlikte aynı şeye bağlı aslında. Elini taşın altına koymaya. Yüzleşmek, umut etmek ve devam etmek. Ben hayatı sürdürmenin başka iyi bir yolunu bilmiyorum, öykülerde de var bu.