Bir kadın tarafından yazılmış ilk Türkçe roman olan Aşk-ı Vatan (1877), vatan hasretini kadınlar arası deneyim aktarımıyla işlerken, bir yandan çoğul vatanseverliklere de izin veriyor.

SANAT

Zafer Hanım’ın Vatan Aşkı

“Şu sıralarda vatan ve milletimizin aleyhine olarak ortaya çıkan bela selinin önünde bir duvar gibi yükselmek ve bu uğurda can vermek gibi kutsal düşüncelerle, anavatanın sevecenlikle kucağında büyütüp, bu günler için yetiştirmiş olduğu her yaştan evladının her taraftan sular gibi akıp gidişi karşısında, yüreğimde yurdum için duyduğum duygular o derecede kaynayıp coşmuştur ki, hemen gidip kendimi savaş meydanlarına atarak, bütün benliğimle o vatan kardeşleriyle birlikte can vermeyi kurmuştum.” (s.23)

 

Hem içeriğinin hem de söyleminin her dem taze olmasından dolayı tanıdık gelebilecek bu sözler, 1877 yılından. Bir kadının yazdığı ilk Türkçe roman olan ve Zehra Toska’nın 1994 yılında yayına hazırlaması sayesinde haberdar olduğumuz Aşk-ı Vatan’ın önsözü, 93 Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sürmekteyken yazılmış. Türkçenin ilk kadın romancısı Zafer Hanım, savaşın tam ortasındayken yazdığı bu romanının gelirini askerlerle dayanışma için harcayacağını da belirtiyor.

 

Osmanlı için büyük bir yenilgiyle sona erecek bu savaşın neticesi henüz bilinmezken, kritik bir eşikte yazılmış bu roman, ilk planda sunduğu tahmin edilebilir söylemin çok ötesine, çok daha ikircikli bir alana doğru uzanır. Yukarıdaki alıntıya, Zafer Hanım’ın kendisini “silah tutma şerefinden âciz bir kadın” olarak görmesine,  bu “şeref”in yokluğunda kalemin silah yerine geçtiğini vurgulamasına ve romanın başlığına baktığımızda, Zafer Hanım’ın romanına dair beklentimiz belirli bir yönde şekillenecektir: Muhtemelen “biz ve başkaları”, Osmanlı ve düşmanları arasında su geçirmez ayrımlar kuran, farklı öznellikler arası geçişkenliği engelleyen, bizin içsel farklarını silerken başkalarıyla farkımızı tekrar tekrar vurgulayan, vatan denilen mekânı varoluş imkânlarını kapatan, en azından daraltan, başka tutkuların uğruna feda edilmesi gerektiği bir kavram olarak tahayyül eden bir söylem bizi beklemektedir.

 

Ancak bu tahmin kısmen haklılık payı olsa da yanlıştır. Zafer Hanım’ın vatansever romanı, odağına bu vatana ne haksızlıklar yapıldığını ve bu vatan için nelerden feragat etmemiz gerektiğini koymaz. Kendi vatanından zorla koparılarak burayı vatan bellemeye mecbur bırakılan İspanyol Gülbeyaz’ın/Loranza’nın hikâyesini romanının merkezine yerleştiren Zafer Hanım’ın söylemi, çoğul vatanseverliklere izin verir. Vatandan bir şey koparılmasın diye gövdesine halel gelmesine izin verenler için yazılan silah ikamesi bir romanda, vatanından koparılan Gülbeyaz’ın bu vatana getirilişinin fiziksel ve duygusal şiddetine de dikkat çekilir. Bu, vatanseverlik romanları söz konusu olduğunda alışılmadık bir tercih.

 

romero-de-torres2a

 

Aşk-ı Vatan’ın tercihinin değişik açılarını çözümlemeden önce ana hatlarıyla olay örgüsüne bakalım. Anlatı, ismini bilmediğimiz kadın anlatıcının, arkadaşının köşkünde tanıştığı ve arkadaşının eğlendiricilerinden (“eğlence”) olan Refia Hanım’ın hikâyesinin muhatabı olmasıyla başlar. Bu esnada tarih Mayıs 1868’dir. Refia Hanım’ın anlattığı iç hikâye ile, anlatılan zaman 1816 civarına kaydırılır. İspanyol soylu çocuklarının öğretmeni bir babanın Madrid’de doğmuş kızı olan Refia, bir Endülüs yolculuğunda Cezayirliler tarafından kaçırılarak köleleştirilir ve İstanbul’da Laz Ahmet Paşa’ya satılır. Anlatsa kendi yaşadıklarının da “adeta bir roman” olduğuna inanan Refia, Gülbeyaz’ın köleleştirilme ve özgürleşme hikâyesini anlatmayı tercih eder. Yine Laz Ahmet Paşa’ya köle olarak satılan ve herkesin Çerkes zannettiği Gülbeyaz’ın da İspanyol olduğunun anlaşılmasıyla Refia ve Gülbeyaz arasında bir hukuk doğar ve böylelikle Refia Gülbeyaz’ın hikâyesini öğrenebilir. Bu noktada metnin ikinci bölümü “Hikâye-i Sergüzeşt” başlar, artık anlatıcı Gülbeyaz’dır. Aslında general Kont Ferdinando’nun kızı olan Loranza’nın / Gülbeyaz’ın hocası da Refia’nın babasıdır. Loranza’nın en yakın arkadaşı Marya ile Roberto birbirine âşıktır, eşini yeni kaybetmiş olan Kont Ferdinando ise Marya’ya. Sevdiğine kavuşmak için kızı Loranza’yı Roberto ile, kendisini Marya ile evlendirmeye çalışan ancak Marya-Roberto aşkından habersiz olan Kont Ferdinando’nun planı, beklenmedik felaketlere yol açacaktır: Marya intihar girişiminde bulunacak, Roberto ülkeyi terk edecek, buhran geçiren Marya’yı ziyaretten dönerlerken Cezayirli bir esirci Ferdinando’yu öldürüp Gülbeyaz’ı kaçırıp köleleştirecektir. Bu öldürme ve kaçırmanın ardındaki motifler de anlatmaya değerdir, ancak Gülbeyaz’a göre bunlar da bambaşka bir romandır.

 

“Kısm-ı Sani” bölümüyle anlatıcı tekrar değişir, yine Gülbeyaz’a odaklanan anlatı bu sefer Refia’nın gözünden ve dilinden sunulur. Bu bölümde temel mesele, Laz Ahmet Paşa’nın Gülbeyaz’ı mücevherlerle etkilemeye çalışması ile Gülbeyaz’ın vatan hasreti arasındaki gerilimde şekillenir. Gülbeyaz, hiçbir hediyeye gönül indirmeyip vatanını her şeyin üstünde tutmaktadır. Refia, anlatısının başından itibaren Osmanlı’da köleliğe dair Batılıların önyargılarının yanlışlığından, burada kölelerin koşul ve imkânlarının genişliğinden söz eder. Vatanından koparılmak, köleleştirilmek başlı başına kötüdür ancak Osmanlı’da kölelerin koşulları kötü değildir. Köleleştirilmenin fiziksel şiddeti yalnızca Cezayirlilerin kaçırma eylemlerine atıfla dile getirilirken, İstanbul’da ancak duygusal şiddete dair imalar söz konusudur. Bu yaklaşım, Gülbeyaz’ın halini tasvir ederken de yürürlüktedir. Gülbeyaz, kötü muameleden dolayı değil, vatana olan tutkusundan dolayı buradan gitmek istemektedir. 19. yüzyıl başı İstanbul’unun hiçbir nimetine gönül indirmeyen Gülbeyaz’ın vatan aşkı/hasreti, aslında aynı fiziksel durumda olan Refia’nın yerlileşmiş / Osmanlılaşmış söylemiyle sunulur. Refia, Gülbeyaz’ın psikolojik hâllerini, sürekli Osmanlı şiirine göndermelerle açıklar. Romanın bu kısmında sıklıkla divan şiirinden beyit alıntılarına rastlarız. Refia, Gülbeyaz için yeni moda vatan şarkıları çaldırır. Gülbeyaz’ın sözlerini anlamadığı ama şarkıyı dinleyen cariyelerin bu şarkı vesilesiyle Gülbeyaz’ı düşündüğü anlardır bunlar.

 

Hikâye, Gülbeyaz’ın sokakta  tesadüfen Roberto ile karşılaşmasıyla çözülür. Marya’nın evlendiğini düşünerek ülkesini terk eden Roberto, İstanbul ve Londra gibi şehirlerde –ailesinden kimseye haber vermeden- bir süre yaşayıp sonrasında ülkesine dönerek deniz subayı olmuştur. Gülbeyaz’a verdiği bir mektup vesilesiyle Roberto’nun sergüzeştine de vakıf oluruz. İspanyol donanmasının bir mensubu olarak İstanbul’a gelen Roberto’nun yanında Gülbeyaz’ın erkek kardeşi Loranzo da vardır. Laz Ahmet Paşa’nın evlilik ısrarlarını artırması ve kabul etmezse başkasına satılma ihtimali Gülbeyaz’ın kaçış planlarını hızlandırır ve Loranza / Gülbeyaz, kardeşi Loranzo sayesinde evden kaçar. Kendisine yardım eden Refia’nın şu sözleriyle anlatı sona erer:

 

“Gülbeyaz benim ile veda ederek karındaşının dizine basıp aşağı indi ve saçları perişan bir halde bulunduğundan güya kanat heyetini kesb etmiş[ti] ve kendisi de bir kuş gibi uçup gitti. İşte Gülbeyaz’ın Paşanın kendisine ihsan eylediği bu kadar mücevherat ve daha verecek olduğu emlak-u akarın hiçbiri gözünde olmayıp bir an evvel vatanına kavuşmak arzusu kendisinin vatanına olan aşk-u muhabbetinin derecesini meydana koymuştur.” (s.152)

 

Olay örgüsünden anlayabileceğimiz gibi Aşk-ı Vatan, anlatı politikası bakımından da dikkate değerdir. Gülbeyaz’ın köleleştirilmesi, vatan hasreti ve sonrasında vatanına kavuşmasına dair hikâye, yine köleleştirilmiş bir İspanyol olan Refia aracılığıyla romanın ana anlatıcısına anlatılır. Ancak bu üçlü anlatı zinciri, yalnızca olaylara dair bilginin verildiği bir aktarımlar silsilesinden ibaret değildir, bizatihi anlatma eyleminin kendisi de en az anlatılan olay kadar merkezidir. Savaşta “can vermeği gönlünde iyice kurmuş” iken bu metni kuran Zafer Hanım, köleleştirme ve vatan hasreti deneyimlerinin kadınlar arasında aktarımının hangi mecrada, hangi mahremiyet düzeyinde gerçekleştiğini de metin boyunca özel bir dikkatle işler.

 

romero-de-torres4

 

Refia ile Loranza’nın kader birliği, aynı zamanda Refia’nın babası da olan Loranza’nın hocasının ifade ettiği fiziksel benzerlikle de desteklenir. Bir noktada Refia ile Loranza imgeleri ikizleşir, ancak hiçbir zaman İspanyolca adını öğrenemediğimiz Refia, yerlileşmiştir. Loranza’nın vatan hasretinin karşısında Refia’nın yeni bir vatanı olmuştur. Bu ikizleşme ve ardından gelen fark, köleleştirilme ve vatan deneyimlerini de çoğullaştırır. Her ne kadar karşılıklılık esasına dayanmasa da Loranza’nın Refia’ya, Refia’nın çerçeve hikâyenin anlatıcısına deneyimini aktarımı ve bu aktarım esnasında herkesin kendi sesiyle konuştuğu, bireysel söylemlerin dolaylandırılmadığı anların olması Aşk-ı Vatan’ın tek sesliliğini kıran, perspektifini kısmi de olsa zenginleştiren unsurlardandır. Türkçe edebiyatta vatan söyleminin Namık Kemal’in öncülüğünde ilk sıçrayışını yaptığı yıllarda Aşk-ı Vatan bu söylemin özgün bir varyantı olmuştur. Namık Kemal, vatan söylemini yakın ve uzak tarihin savaşlarının (Kırım Savaşı, II. Selim dönemi Osmanlıİran savaşları, Moğol istilası) zemininde ve vatanın karşısından her şeyin teferruat olduğu iddiasındaki eril bir söylemle inşa ederken, Zafer Hanım’ın, vatanından koparılarak buralara sürülmüş bir kadının hüsranla sonuçlanmayan vatan hasretini kadınlar arası deneyim aktarımıyla daha da meşrulaştırması, yaygın vatan söylemine önemli bir müdahaledir. Yazının başındaki alıntıyla birlikte düşündüğümüzde, Zafer Hanım, vatan uğrunda “can vermeği gönlünde iyice kurmuşken” kurduğu anlatısıyla hem yaygın vatan söylemini hem de kendi önsözünün imalarını bulandırır.

 

(Görseller: İspanyol ressam Julio Romero de Torres)

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YHalide Edib’in İlk Romanı: Çingene Kızı
Halide Edib’in İlk Romanı: Çingene Kızı

Roman kızının medenileştirilmesini tematize eden iki roman.

KÜLTÜR

YHayriye Melek’in “Zeynep”i
Hayriye Melek’in “Zeynep”i

Hayriye Melek’in 1926'da yayımladığı romanı Zeynep Türkçe edebiyatın az bilinen, ilginç metinlerinden biridir.

KÜLTÜR

YHayriye Melek
Hayriye Melek

Çerkes edebiyatçı, kadın haraketinin liderlerinden Hayriye Melek: “Biz tutsağız, biz mağduruz, biz çaresiziz. Biz zulüm gördük ve görüyoruz; fakat aciz, korkak, riyakâr değiliz.”

TARİH

YHayal ve Hakikat: Ahmet Mithat ve Bir 5Harfli
Hayal ve Hakikat: Ahmet Mithat ve Bir 5Harfli

Elli liralık banknotların arkasında yer alan bir imge olarak Fatma Aliye figürü zamanımızın (sözel) ekonomisinde tedavüle girmiş bulunmakta. Ancak Fatma Aliye’nin modern Osmanlı edebiyat alanına dahil oluşu çok daha meşakkatli.

Bir de bunlar var

Çöpten Kurtarılan Kült Filmler
Akıl dışı bir adalet
Mandalina Yer Miydik?

Pin It on Pinterest