Bugün İstanbul’un muhtelif kenar köşelerinden bir fırtına geçiyor. Korkmayın! Yıldırım, yağmur, şimşek ve hatta hortumla ilgili insanlığın belleğinde toplanmış bilgileri derledim size.
Evvela… Hayvanlara, bitkilere uzaktan uzağa bakıp, “Ya doğa ne kadar şirin bir şey!” demek yerine, bir zahmet yanlarına gidip, onlara dikkatle baksaydık, bugün bu fırtınanın kopacağını anlardık (ve meteorologlar ağlıyordu).
Fırtınadan önce şunlar olmuştu oysa doğada:
Dünyanın bir yerinde bir horoz öttükten sonra su içti, kümes hayvanları kanatlarını gerdi, tavuklar tek ayaklarını kaldırıp başlarını kanatlarının altına soktu, arılar sabah kovanlarından çıkmadı, kediler ön bacaklarını yaladı, keçiler aksırdı, koyunlar tos yaptı, sırtı kaşınan bir at yere yattı, dişi eşek kulağını salladı, kargalar bağırarak uçuştu, karıncalar yuvalarından uğradı, bazı tavuklar bitlendi, solucanlar başlarını topraktan çıkardı, baykuşlar akşamdan ötmeye başladı, keçi kuyruğunu indirdi, poposunu sakladı, guguk kuşu dün gece üç defa öttü.
Biz bunları hiç görmedik, duymadık.
Hayvanlar bu işle meşgulken bir nedenden dağlarda uyuyan rüzgarlar uyandı. Dağlar insana yakın göründü ve fırtına başladı. Ağaçların köklerinde ve insanların içlerinde yaşayan kötü ruhları, çakan şimşekler kovaladı. Bu kötü ruhlardan bazıları korkudan sincap şekline girdi ve başka ağaçların içlerine saklandı. Gökte yaşayan yıldırım kuşu kanatlarını çırptığı için başımıza yıldırımlar düştü bugün. Ağaçtan bir kuş yapıp evimizin önüne assaydık yıldırım kuşundan korunabilirdik. Hatta “çadır”ımızın önüne çıkıp bu ağaçtan kuşun etrafında dönerek dualar okusaydık işi hepten garantiye alırdık (ama şamanlık meselesi de çok geride kaldı).
Peki bunca yağmuru, yıldırımı lehimize nasıl kullanabiliriz? (Kullanma, bir kullanma, bırak yağsın öyle!) Yıldırım düşen bir ağaçtan bir parça alıp eve getirseydiniz kötü ruhlar evinize uğramazdı. Çocukken yazın ilk yıldırımını görüp zıplasaydınız boyunuz uzun olurdu. Tam da gök gürlerken (neden bilmiyorum) patates ekseydiniz, bol bol patatesiniz olurdu. Hep kaçtı bu fırsatlar tabii!
Ayrıca bugün yağan doluya karşı, evin yaşça en büyük kızları ellerine bir bıçak alarak doluyu ortadan ikiye kesse ve keserken de “Ben annemin ilkiyim, dağlarda tilkiyim” deseydi dolu duracaktı. Tabii, yağmurdan süpürge yakarak da kurtulabilirdik. Olmadı.
Yapmamak icap eden işler de var, bir sonraki fırtına için akılda olsun: Yağmur yağarken ocağın başında oturmayın, tepenize yıldırım düşer. Başınızı kırmızı örtmeyin, gene yıldırım düşer. Ceviz ve (bulabilirseniz) karaağaç altında durmayın. “Hortum geliyor” derlerse de korkmayın! Hortum değil o, yılan. Bir yılanın bin yaşına geldiği zaman dünyadaki ömrünü tamamladığına inanılıyor ve onu melekler gökyüzüne çekiyorlar. Her şey kontrol altında!
Bu yazının görüntüsü olan Çömçeli Gelin‘e de değinmek istiyordum ama artık o da başka bir yazının konusu olsun. Yine de kısaca, Çömçeli Gelin’in Anadolu’nun muhtelif yerlerinde çocukların oynadığı bir oyunun baş kahramanı olduğunu söyleyeyim. Sokaklarda tekerlemesiyle dolandırılarak yağmur bekleniyor kendisinden. Ama çok tekerlemeyin, çok yağmur yağıyor.
Çömçeli gelin çöm ister
Bir kaşıcık yağ ister
Yağ verenin oğlu olsun
Bulgur verenin kızı olsun
Teknede hamur
Tarlada çamur
Ver Allahım ver
Bir sulu yağmur
(Yağ makbul, bulgur kızın payına ancak düşen tabii)
Kullandığım kaynaklar bunlar: Kaynak, Kaynak, Kaynak, Kaynak, Kaynak