Konu İstanbul Sözleşmesi’nden bir açıldı ki aylar oldu, dillerden düşmek bilmiyor. Her gün ülkenin bir yerinde birkaç erkek toplanıp bir masaya diziliyor. Karşılarına birkaç tane daha erkek oturuyor ve İstanbul Sözleşmesi’nden, 6284 sayılı kanundan konuşuyorlar. “Kalplerine hançer saplayan”, “aileleri yıkıp döken”, “milli güvenliği tehdit eden” bu şeytan işi sözleşmenin derhal feshedilmesi gerektiğine karar veriyorlar. Masadan kalkıp diziliyor, hafif tebessüm ederek birkaç hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. Bu fotoğrafa bir de seyirci toplayacak cinsten bir başlık seçiliyor ve yeni bir sözleşme karşıtı bildiri servis ediliyor.
Google’a yazılacak iki kelimeyle bahsettiğim haberlerden onlarcasını görmek mümkün. Hatta bu etkinliklerin pespembe afişlerle duyurulduğu çok “eğlenceli” içeriklere dahi rastlayabilirsiniz. Özellikle Emine Bulut cinayetinden sonra, İstanbul Sözleşmesi tartışması da palazlandı. Fakat nasıl olduysa kadınlar ölmeye devam ederken kendimizi bu sözleşmenin mahvettiği yuvaları, paramparça ettiği aileleri dinlerken bulduk. Bu dinletilerin içeriğini incelediğinizde cevap verilebilir, izana yaraşır bir cümle bile seçmeniz mümkün değil. Ama bunları izledikçe, elimizdeki sözleşmenin tam olarak ne olduğunu, neden aile yıkma gibi bir amacı olmadığını, neden çocukları mağdur etmediğini, neden kimsenin kalbine hançer saplamadığını, neden milli güvenlik de dahil hiçbir çeşit güvenliği tehlikeye atmadığını sık sık hatırlamak gerektiğini görüyorum. Birkaç noktayı akıllardan asla çıkarmamaya, İstanbul Sözleşmesi’ni inatla tekrar ve tekrar konuşmaya ihtiyacımız var.
Hatırlayalım:
İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve 2011’de İstanbul’da imzalanan, kadına yönelen her türlü şiddet ve ayrımcılığın sonlandırılmasını hedef alan bir sözleşme. Dikkatler İstanbul Sözleşmesi’nde olsa da aslında sözleşmenin de dayanağı olan, kadın haklarına ilişkin uluslararası kabul gören ilk metin CEDAW olarak anılan Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türden Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’dir. CEDAW 1974 tarihlidir ve Türkiye 1985 senesinde taraf olmuştur. Aslen İstanbul Sözleşmesi’nin 2011’de yaptığı, cinsiyetler arası eşitliğe ilişkin CEDAW’da gösterilen standartların sağlanması için daha açık tanımlar yapmak ve devletleri gerçekçi mekanizmalar oluşturma yükümlülüğü altına sokmaktan ibarettir.
Peki ne bu standartlar, İstanbul Sözleşmesi bizi hangi katlanılmaz yükün altına soktu?
İstanbul Sözleşmesi söze şu kavramların tanımlarını yaparak başlar: Kadına karşı şiddet, aile içi şiddet, toplumsal cinsiyet, kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet. Tanımların ardından kadınların şiddete ve ayrımcılığa uğramamasına dair gerekeni yapmaları için devletlerden garanti alır ve devletlere bunu nasıl yapacaklarını anlatır. Devlete “Ayrımcılığı ve şiddeti önlemek için farkındalığı artır, insanları eğit, özel sektörü ve medyayı işin içine kat” der. Sözleşme şiddete uğrayan kadınların ve çocukların desteklenmesi için sığınma evleri, yardım hatları, erişilebilir uzman destekleri sağlanması gerektiğini söyler. Ardından sık karşılaşılan zorla evlendirme, psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet, kadın sünneti, taciz amaçlı takip (stalking), kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama, cinsel taciz şeklindeki şiddet biçimlerini özellikle göstererek bunlara karşı önlem alınması gerektiğini ayrıca belirtir. Bunun devamında şiddetin etkin cezalandırılması için gereken yaptırım ve tedbirleri detaylıca açıklar.
Gelelim bugün sözleşmenin topa tutulmasına sebep olan 52. ve 53. maddelere. 52. madde devlete, ani tehlike durumlarında, aile içi şiddet faillerinin, mağdurun veya risk altındaki şahsın ikametgahını yeterli bir süre için terk etme, ikametgaha girmeyi ya da mağdurla temas etmesini yasaklamak için düzenleme yapmasını söyler. 53. madde de alınacak tedbirlerin mağdura finansal yük getirmeyecek, gerektiğinde derhal yürürlüğe girecek cinsten olmasını ve en önemlisi, ihlali halinde caydırıcı bir yaptırıma tabi tutulmasını emreder.
İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerini yerine getirmek üzere meclis tarafından kabul edilerek 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı kanun (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun), bahsettiğim tedbirleri düzenlediği için bugün hedef tahtasının tam ortasında.
6284 sayılı kanun, aile mahkemesi hakimine çok önemli kısıtlamalar getirme imkanı verir. Mümkün yasakların bazıları: Şiddet uygulayanın mağdura sözlü ya da fiziksel olarak kötü muamele göstermesi, mağduru tehdit etmesi, ortak yaşadıkları eve yaklaşması, çocuklara yaklaşması, mağduru telefon ve sosyal medya da dahil iletişim araçlarıyla rahatsız etmesi, silah (görevinden dolayı bile olsa) taşıması, mağdurun bulunduğu yerde alkol ya da uyuşturucu alması.
Peki bu yasaklara uymayınca ne oluyor? Kişi zorlama hapsi denen kısa süreli bir hapse maruz bırakılıyor. En başta bu hapis 10 güne kadar. İhlal tekrarlanırsa 30 güne ve neticeten 6 aya kadar uzaması imkanı var. Fakat bu yaptırımın verilen tedbir sayısına oranla oldukça seyrek uygulandığını söylemek lazım.
Bu tedbirlerin şiddet mağdurunun beyanına itibar edilerek alınması çok çok önemli bir esas. Çünkü amaç tedbir kararının gecikmeden alınması. Peki uygulamada nasıl oluyor? Gerçekten de 6284 tedbir taleplerinin neredeyse her zaman kabul edildiğini görüyoruz. Üstelik yargı sistemimizin hantallığı aşikar olsa da aile mahkemeleri bu kararları genellikle başvurudan sonra en geç iki gün içerisinde vermiş oluyor. Yine de hakimlerin akıllarından “acaba boşanma davasına delil üretmek için mi yapıyor” gibi düşüncelerin geçtiğini biliyoruz. Hatta bir kısmının bu gibi düşüncelerle tedbir süresini kısa tutarak iki ay civarında bir süre belirlediğini de biliyoruz. İstanbul Sözleşmesi’ni izlemekle yetkili uzmanlar grubu GREVIO, 2018 yılında Türkiye için yayınladığı raporda bu konuya dikkat çekerek kararların etkin koruma sağlayacak şekilde verilmesi gerektiğini vurgulamıştı [1]. Mahkemeler kararı muhataba bildirmesi ve gereğini uygulaması için polise gönderiyor ya da karar ayrıca postayla tebliğ ediliyor. Yani şiddet uygulayan, karardan birkaç gün içinde resmi olarak haberdar oluyor.
Şu çok önemli: Hakkındaki kararı öğrenen kişinin eline geçen kağıtta karara itiraz etmek için iki koca haftası olduğu yazıyor! Yani kişi iftiraya uğradığını düşünüyorsa yapacağı şey kararı veren mahkemeye gitmek, hakkındaki iddiayı öğrenmek ve gerçek dışı bir iddia varsa buna itiraz etmek.
Evet mahkemeden kararı almak görece kolay olabilir ama şiddet iddiası için elde sağlam dayanaklar yoksa ve hakkında karar verilen kişi olayın başka türlü olduğunu kanıtlayabiliyorsa karar gerçekten de iptal edilebiliyor. Yani söylendiği gibi İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ü duyup “durup dururken eşine bilenen” ya da “boşanmak için bahane arayan” kadınlar mahkemeye gidip bu başvuruyu yaparsa alınan tedbiri kaldırmak mümkün!
Belirtmek lazım 6284, şiddeti biyolojik cinsiyetten ayrı tutarak tanımlar. Yani şiddet mağduru erkeğin de bu yola başvurmasının önünde hiçbir engel yok.
Uzun lafın kısası, ne İstanbul Sözleşmesi ne 6284 sayılı kanunun aile birliğine karşı bir kastı var. Sadece içinde şiddet olan ailenin birliğinden söz edilemeyeceğini, olması gerektiği gibi hepimiz adına kabul ediyor. Yine de kimseyi boşamaya filan niyetlenmiyor. Hukukta “yuvayı yıkma” yetkisi olan hala Medeni Kanun, hala bin yıllık boşanma davası. 6284 ise kadın için “imdat” demek sadece. Kadının “benim hayatım, benim sağlığım, benim manevi bütünlüğüm tehlikede, acil bir önlem alınması lazım” demesi. Kimsenin yok yere evinden olacağı, sütten çıkmış ak kaşık erkeklerin çocuklarından uzak kalacağı filan yok. İstanbul Sözleşmesi karşıtı erkek hareketinin diline doladığı “hiç şiddet uygulamayan adamın sözleşme yüzünden evinden uzak kaldığında üzülüp şiddete meyilli hale gelmesi” hikayesi ise akıllara zarar.
YUVAYI ŞİDDET YIKAR, ÖLMEK İSTEMEYEN KADINLAR DEĞİL.
Peki İstanbul Sözleşmesine Karşı Erkekleri Ne “Örgütledi”?
Geçen gün bu konuyu konuştuğum bir arkadaşım “Bu adamların hepsi gerçekten kadınları ‘dövme özgürlüğü’ olsun diye mi konuşup duruyor?” dedi.
Korkarım bir kısmı için cevap gerçekten evet. Bu haberlerin içeriğinde öyle çağdışı şeyler okumak mümkün ki “kadın benim değil mi, ister döverim ister severim” cümlesi hiç uzakta değil. Fakat tabi ki asıl mesele muktedir olmak, iktidarı kaybetmek meselesi.
Erkek egemen toplumun genlerini aile yapısından topladığı kuşkusuz. Ataerkinin kuralları, diğer her tür çatışmadan soyutlanma becerisine sahip. Harici sosyal, ekonomik ya da politik düzlemde yaşanan katmanlaşmanın her yerinde erkeklikle ve büyük ihtimalle toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin en az bir türüyle karşılaşırız.
TDK aile için “evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik” der [2]. Ailenin toplumun yapı taşı olduğuna dair yaygın öğretide olduğu gibi, ataerki de çatışmalar bütününün yapı taşına benzer. Salt bu paralellik bile “aile” olgusunun erkle ilişkisini anlamaya yetiyor aslında. Aile; birilerini kendimizden önce düşünmemiz gereken, birtakım kurallara riayet etmemiz beklenen, hiyerarşiyi sezdiğimiz ilk yerdir. Elbette bunlara olumsuz anlamlar yüklemek zorunda değiliz. Yani amacım aile kavramını karalamak değil. Yalnızca, ailenin bize iktidarların varlığını minimal düzeyden başlayarak nasıl tanıttığını göstermeye çalışıyorum.
Ev içi şiddet de sözünü ettiğim güç ilişkisinin erk yönünden teminatını teşkil eder. Bu her zaman fiziksel şiddet kadar görünür olmayabilir. Örneğin ekonomik şiddetin dinamiklerine hepimiz daha fazla alıştırıldık. Duygusal şiddeti ise çoğu zaman fark etmiyoruz bile. Ama bütün bu yöntemler, erkeğin tahtının teminatıdır. Yani ev, erkeğin iktidar kurmak üzerine birincil deney alanıdır. Zira evde muktedir olamayan erkeğin ikincil sahnelerde gücünü ortaya koyması imkansıza yakındır. Tam olarak bu yüzden, evdeki otorite çok hassastır, hiçbir güç tarafından sarsılmaması gerekir.
Aynı toplumun büyüttüğü baba, evli olduğu erkekten şiddet gören kızına “kocandır yapar” der, kadın o eve dönmek zorunda kalır. Aynı mahallede polis “aile içindeki mesele, bizi ilgilendirmez” der, komşunun açtığı ihbar telefonunu kapatır. Şiddet soruşturması yapan savcıyı da aynı sistem yetiştirmiştir, kadını şikayetinden vazgeçmeye bizzat ikna etmeye çalışır. Çünkü hemen tüm erkeklerde vardır aynı kaygılardan. Okun ucu bir gün kendilerini de gösterir diye korkarlar.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284, babasının reddettiği kadın şiddet gördüğü eve dönmek zorunda kalmasın diye sığınma evi açar. Polis üniforma içindeyken komşunun ihbarına itibar etmek zorunda kalsın diye tedbir kararı aldırır. Adliyenin bir koridoruna özellikle “aile içi şiddet soruşturma bürosu” yazdırır, o koridorda oturan savcı elindeki şiddet dosyasını kolay kolay kapatamaz.
Bugünlerde erkekler, en temel iktidarları tehdit altında olduğu için veryansın ediyorlar. Korkuyorlar. Düşünsenize, kadının boynuna geçirdikleri ip gevşerse artık neyi ellerinde tutabilirler ki? Ya erkek devlet iktidarsız kalırsa…
[1] Orijinal metin için bkz. https://rm.coe.int/eng-grevio-report-turquie/16808e5283 Türkçe metin için bkz. https://ailevecalisma.gov.tr/media/3825/grevio-rapor-turkce-5bd99d7dbb799.pdf p. 299 (E.T.: 12.10.2019)
[2] http://tdk.gov.tr/ (E.T.: 12.10.2019)
Ana görsel: Mona Hatoum, Söylemek istediğim çok şey var, 1983.