Yaz geldi diye üç ay boyunca nirvanaya ulaşmış bir enerjiyle oradan oraya koşturabileceğinizi sanmıştıysanız, yanılmıştınız. Hiç düşünmeden “gidiyorum” diye işaretlediğimiz ama asla katılmayacağımız etkinlikler bir yerlerde olup biterken, olduğumuz yerde klimanın altında bayıldığımız akşamlardayız. Üstelik pastırma sıcakları daha gelmedi bile! Evde huzurlu ve sakin bir akşam geçirmek umuduyla dizi izlemek istediğimizde de ne vakittir dizi listelerini tarıyor ve eli boş dönüyoruz. Bu yüzden hem kendimi hem sizi düşünerek yazın sinir bozan ‘izleyecek hiçbir şey olmaması’ sorunsalını kökten çözmeye karar verdim.
İşte hepsi Haziran ayında başlayan nur topu gibi diziler:
American Gothic
Başrollerinde adını asla bilmediğimiz ama gözümüzün bir yerden ısırdığı oyuncular kervanından Antony Starr ve Justin Chatwin’in olduğu American Gothic, 13 bölümden oluşan bir mini dizi. Senelerdir bulunamayan bir seri katilin aslında Boston’da yaşayan zengin ve güçlü bir ailenin üyelerinden biri olduğu anlaşılır ve olaylar gelişir. Yaprak Dökümü’nü andıran dizinin olay örgüsünde şok edici aile sırlarının bir bir ortaya çıkmasına ve katilin kim olduğunun paranoyasının kardeşleri birbirine düşürmesine tanık oluyoruz.
Animal Kingdom
Aynı adlı 2010 tarihli ve Avustralya yapımı sinema filminden uyarlanan dizinin tahmin edebileceğiniz gibi literal anlamdaki hayvanlar alemiyle bir ilgisi yok, yani savanada yatan aslanlar beklemeyin. Suç aileleri dendiğinde akıllara 80’ler New York’undaki en ünlü aileler olan Genovese ve Gambino gelse de; bu yeni drama bize onları unutturacak cinsten (“Gerçi zaten çoktan unutmuştuk, sen şimdi hatırlattın” dediğinizi duyar gibiyim). Dizinin konusu aslında çok karmaşık değil: 17 yaşındaki esas oğlanımızın annesi ölür, görüşmediği Kaliforniyalı akrabalarının yanına taşınır. Burada odakta geniş bir aile var, hepsi türlü suçlar işlemeyi kariyer hedefi olarak benimsemiş ve “Smurf” lakaplı anneleri adeta bir hanım ağa edasıyla bu aileyi çekip çeviriyor. Ataerkilliğe doyduk diyenlerin izlemesini şiddetle tavsiye ediyoruz. Ama şiddete de karşıyız.
BrainDead
İki adet gerilim, aksiyon ve drama dolu diziden sonra BrainDead’le “Oh be! Nihayet aradığım boş beleş, çıtır çerez diziyi buldum!” diyeceklerin gönüllerine su serpecek. The Good Wife’ın yapımcılarının kucağımıza bir bomba gibi bıraktığı komedi-gerilim tarzındaki bu dizi, beyin yiyen uzaylı böceklerin meclisi ele geçirmesi hakkında. Scott Pilgrim’in garip saçlı Ramona’sı olarak gönülleri fetheden, son olarak da 10 Cloverfield Lane’de karşımıza çıkan Mary Elizabeth Winstead’i beyin yiyen böceklere karşı meclise tutunmaya çalışırken görmek isteyenler için birebir.
Dead of Summer
Once Upon a Time dizisini üreten zihinlerin mahsülü olan Dead of Summer, 80’lerde geçiyor ve Stillwater Yaz Kampı’ndaki -dizinin adının da açık açık belirttiği gibi- ölümcül bir yazı anlatıyor. Zaten bir dizide gençler ve yaz kampı ikilisi birleşiyorsa, kötü şeylerin olacağının yüzde yüz garantisi en başından veriliyor demektir. İlk başta kilolu (şişko demek rencide edici olurdu) ve gözlüklü genç delikanlının öldüğü klişe bir gençlik korku yapımı olmaktan bir adım öteye geçmiş mi diye merak edenlere önerilir.
Outcast
Zombiliğe Giriş 101 dersi kıvamında olan ve bize senelerdir bitmek bilmeyen zombi istilasında yapılacak ve yapılmayacakları öğretmeyi kendine görev edinmiş The Walking Dead’in yaratıcısı Robert Kirkman paraya para demiyor ve bu kez de bizi Outcast dizisiyle buluşturuyor. Şaşırtıcı gelecek ama dizide zombiler yok. Bu kez karşımızda içine şeytan girmiş bir Patrick Fugit var. Yüzüne Almost Famous filminden aşina olduğunuzu ümit ettiğimiz -biz oradan aşinayız zira- Fugit, bedenine giren Tanrı misafiri şeytanı araştırmaya koyulur ve olanlar olur. Biraz ürkütücü olduğunu düşündüğümüz bu diziyi geceleri ışıkları açık uyuyanlar izlemesin.
