30’a basmamla birlikte genetiğime kodlanmış saatli bombalar birer birer patlamaya başladı.

YAZI

Yaşamda olmanın anlamı: İçsel bir vaka sunumu

 

30 yaşım benim için dönüm noktası oldu, hayır hayatı hemen daha iyi anlamaktan, olgunlaşmaktan, 20’lerin hay huyunu geride bırakmaktan söz açmayacağım. 30’a basmamla birlikte genetiğime kodlanmış saatli bombalar birer birer patlamaya başladı, önce hipoglisemi ataklarını takiben insülin direnci, ardından hipotiroid. 20 yaşından beri sağlam astım hastasıydım zaten, bir diğer kalıtsal sıkıntı olan varis problemini ve endometriosisi (ve bu sebeple kaybettiğim tek overimi), ayrıca geçirdiğim ameliyatları, hatta ufak bel fıtığını da hesaba katınca, yıl boyunca kimi haftaları yalnızca tahlillere, doktor randevularına nasıl da ayırdığım netleşir sanırım. Arada çıkan kimi minör sorunlar da bunlara ek, ayak bileğini burkma, sebepsiz acayip bir saç dökülmesi… Yaşamın getirdikleri.

 

Ve fakat bu zorlu genetik piyango bana çok şey öğretti. İlki, “bundan kötüsü de olabilirdi” hissi. Bir avunma ya da zorlukları hafifletme düşüncesi olarak değil, bedeni çıkardığı arızalarla keşfeden bir zihnin, yaşamın gerçek ve tek zemini olan bedeni ve onun limitlerini anlaması, o limitlerin nasıl da değişken, kişiye ve zamana bağlı olduğunu öğrenmesi. Yaşamımız, bedenimizin kısıtlı bir zaman dilimi için yarattığı/yaratabildiği, son derece limitli düzenden ibaret. Bu durumu ben, bu rahatsızlıkları “aşmaya” çalışırken, bunların “aşılamayacağını” ve gençlikle sınırsız, zamansız, olasılıkları sonsuz zannettiğim bir yaşamın sınırlarını artık benim için nasıl da çizdiklerini kavrarken öğrendim. Sonra da, yaşamın bana hiç bir borcu olmadığını, neredeyse tesadüflerin eseri olan yaşamın, benim zihinselliğimi hiç de umursamadan, başka tesadüfler sonucu yaşamımı daha da sınırlayabileceğini, hatta yok edebileceğini de derinden kavradım. Kronik hastalıklarla birlikte yaşamak, böylece bana ilkin, yalnızca yaşamda olduğum için, bedenim hastalıklarla da olsa yaşayabildiği için, yaşamın kendi kanunlarına boyun eğdiren bir şükran duygusu yaşattı.

 

Uzun süre bedenime, eskiden bildiğim şekilde değil de hiç tanımadığım şekilde davranan bedenime üzülüp durdum. Kilo aldım, şekerim tuhaf durumlarda ve yerlerde düştü, bayılıp kaldığım oldu, çok halsizleştim, enerjim genel olarak birden bire hem de bir kaç ay içinde çok azaldı. Bunların beni ne kadar da bambaşka biri yapabileceğini yaşamasam anlamazdım, biri anlatsa da muhtemelen güç anlardım, çünkü bedenimin tam olarak ben olduğumu bilmiyordum, bunu bana bu güçlükler öğretti. Zihnimin gücüyle her şeyin “üstesinden gelebileceğim”e programlanmış olduğumu, gerçek yaşamın böyle olmadığını, zihnin neredeyse bir bonus olduğunu anladım. Bedenimin kolaylıkla, hafiflikle, ben nasıl yaşadığını bile anlamadan yaşamı yaşadığı bütün o gençlik yıllarımda, böyle yaparak zihnime aslında ne kadar büyük, belki de haksızca büyük bir alan açtığını da anladım. Anlamak zorunda kaldım. Yaşamım, bedenimdeki genel mekanizmanın değişmesi ile değişti, ona ayak uydurmamak diye bir şey söz konusu değildi.

 

Fakat bu büyük değişim, bir yandan da, bedenin bozulduğunda onun nasıl daha iyiye yöneltilebileceği, o bozukluğa rağmen, kurduğu düzenin daha iyi hale getirilebileceği konusunda da çok şey öğretti bana. Her şeyden önce düzgün bir tedavi almayı öğrendim. Astımdan yüzyıl kadar önce ölen bir adamın romanı tez konumdu, pek üzerinde durmadığım bu bilgi gelip bana çarptı: Yüzyıl önce astımdan ölünüyordu. Tıbbi tedavinin beni nelerden kurtardığını hakikaten anladım. Tedavilerimi ihmal etmemeyi de, böylece. Hatta bazen takıntı düzeyinde olsa bile…

 

Küçük sorunları, kendisini dayatan hastalıktan ayıramayıp, tıbba güvenmeyi lanetli bir şekilde modern bulan insanlara gülmeyi de, gerçek hastalıklarını çaresizce egolarından ayıramayıp dertlerine inatla derman aramayanlara üzülmemeyi de öğrendim. Bel fıtığım yüzünden yasaklanan yoga hareketlerini yapmanın aslında “bana iyi geleceğini” öneren, “neden doktora güvendiğimi” sorgulayan insanlara, ya da “neden hastalıklarıma bu kadar taktığımı” söyleyiveren insanlara boş boş bakmayı da… Bedenin acısına saygı duymayan insanların, kendilerine saygı duymadıklarını da anlayarak… Bedenin sınırlarını bir gün gelecek olan ölümün uzaktan sesi olarak çığlık çığlığa duyup, nasıl da görmezden gelip, bunun üzerine çıkmaya çalıştıklarını kavrayarak… Ya da kendilerini “ölümü özledikleri” yalanıyla uyutarak yaşamın sonluğu ile böyle barıştıklarını zanneden insanların, yaşamın o sonlu anlamına gönül indiremeyerek, sonsuz bir “yokluk” ile “sınırlı bir varlığı” nasıl takas edebildiklerine hayret ederek.

 

Sonra, bedenin her istediğini yapmamanın, her dediğini dinlememenin de iyi olabileceğini, hatta türlü zorluklarda bedeni eğitmenin mümkün olabileceğini öğrendim. Bedenin limitleri içinde yapabileceği şeyleri deneyerek bulmayı, yeni limitler yaratmayı, bedenin gerçekten nasıl çalıştığını öğrendim. Zihnimle, okuyarak, çalışarak. Bilinebilecek şeylerin çokluğuna ömrün yetmeyeceğini anlayarak… Zihnin, beden bozulduğunda onu nasıl da yeniden daha verimli, iyi, sağlıklı çalışan bir beden yapmak için bedenin yanında durabileceğini öğrendim. Zihin gücünün gerçek anlamını… Aslında ilkin kendimi zihnim zannediyordum, sonra bedenim arıza çıkarınca kendimi bedenim sandım, en sonunda zihnimi bedenimin yanında çalıştırınca sanki gerçekten yaşamda olmaya başladım. En azından bugün çoğunlukla hissettiğim şey bu.

 

Şunu düşündüğüm çok oluyor: Beni bu kadar değiştiren bu sorunlar olmasaydı nasıl olurdum? Astımım olmasaydı gençlik hevesleriyle içtiğim sigarayı daha 20’lerin başında hayatımdan çıkarır mıydım? Vücudum eskisi gibi ona verdiğim her şeyi muazzam bir hızda tüketmeye devam etseydi, hiç bir metabolik sorunu olmadan, ben hala çok şekerli, çok karbonhidratlı, türlü katkı maddeli yiyeceği hakikaten üzerinde düşünme zahmetine bile katlanmadan, yemeye devam eder miydim? Ya da vücudumun kaslarının sürekli çalışmaya, her gün düzenli bir aktiviteye ihtiyacı olmasaydı, koşmaya ve hatta tenise başlamam daha kaç yılımı alırdı? Hiç başlar mıydım? Yoksa 30 yaşına yaklaştığım günlerdeki gibi, kafası kitaplarda, yaşamı zihinden ve onun ürettiklerinden, üstelik bedeni kullanarak ürettiklerinden ibaretmiş gibi gören biri olmaya devam mı ederdim? Bedenimin kadınlığını da, o atfedilmiş ve çerçevelenmiş, yalnızca yüzeyde ve görseldeki kadınlık idealini “benden geçtiğini” aynalarda görmeye başlayınca mı anlardım? Bedenimin iyiye doğru değişme kapasitesini ise belki de ciddi bir hastalıktan iyileşirken? Ya da yaşamın, üreyerek gerçekleştirme yolunu bulduğu sonsuzluğunu, ancak anne olunca mı anlardım? Peki, yaşamın sınırlığının, bedenin zamanın okuyla hareket ederken, evrende sınırlı bir zaman dilimi içinde var olabilen bir sınırlı düzenden, yavaş yavaş düzensizliğe sürüklenmesi demek olduğunu? Zaten yaşamın bunun ta kendisi olduğunu? Ya yaşamın sonluluğunu?

 

Bütün bu kavrayışı derinlikli düşünerek edinmedim; benim gerçekten başıma geldi, her gün zihnimin yanı sıra bedenimle yaşamayı, onu yaşatmanın, hem de iyi yaşatmanın tek şansım olduğunu, zihnimin bu işlere de bakmak zorunda olduğunu, bugün tıp için neredeyse alelade sayılabilecek ama kronikliği baki rahatsızlıklar öğretti bana. Bu yaşamsal bilginin bizden, gündelik hayatta şu ya da bu nedenle sakladığı bir çağın insanları olarak, gündelik hayatta yer almayan bir bilgiye bakmaya mecbur olduğumuzu düşünüyorum. Nerede bulursak bulalım peşine düşeceğimiz bu bilgi, ister yazılı kültürün alanında, ister başkalarının hayatında, ailemizin geçmişinde, edebiyatta, filmlerde, dizilerde, çoğunlukla sanatta dolaşımda… Gündelik hayatımızın pragmatik işlevselliğinin dışında, bu yaşamsal bilgiyi salgılıyor olmalıyız, ilişkilerimize, işimize, sonraki kuşaklara… Yalnızca farkında değiliz gibi geliyor bana, zira benim için rahatsızlıklarla tetiklenen bu kavrayış, şimdi bana her yerde görünüyor.

 

Türümüzün bir anlam arayışı var, yaşamın sonluluğu ve keyfe keder meydana gelmiş olması muhtemelen bizi buna yöneltiyor, bir anlamı yaşamımıza yüklemek durumunda hissediyoruz kendimizi. Bana ise yaşamın böyle olduğunu yaşamın sınırlarına dayanmadan kavramış olmak, her gün yeniden benim için sınırlı ve sonlu, ama yaşamın kendisi için sonsuz olan bir yaşama uyanmak anlamlı geliyor.

 

“Bir damlasıyım Okyanus’un

Ama Okyanus’un.” *

 



* Arif Damar

 

 

Ana görsel: Ferdinand Hodler

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZI

YMahremiyetler ve Masumiyetler
Mahremiyetler ve Masumiyetler

Kime aşık olunacağı bir karmaşa, duyguların kendisi karmaşa, kime ne kadar yakınlaşılacağı muamma.

Bir de bunlar var

Yeni Yılın İlk Günü Asla Yapmamanız Gereken 10 Şey
Katliamların Çıktığı Yol Hikayeleri
Yapma Değil Avrupa

Pin It on Pinterest