Yasak Meyve, İsveçli sanatçı Liv Strömquist tarafından 2014 yılında okurlara sunuldu, 2021 yılında ise Burcum Kesen’in çevirisiyle Baobab Yayınları tarafından Türkçesi yayımlandı. Arka kapaktaki alıntıya göre, Yasak Meyve “vulvanın toplumsal ve kültürel tarihi üzerine eğlenceli ve zihin açan bir anlatı. Dünyayı yerinden oynatan feminist çizgi roman”. İtiraf etmeliyim ki Strömquist, konusu itibariyle pek de alışık olmadığımız bir eser meydana getirmiş. Yazımının yanı sıra çizimleriyle de kadın cinselliğiyle ilgili tabulara başkaldırısını ortaya koymuş. Gerek konusu gerek sivri dili, eseri okur okumaz üzerine sayfalarca yazma isteğiyle dolmama ve bu eseri daha fazla insanın okumasına vesile olmayı istememe sebep oldu. O halde, haydi incelemeye başlayalım.
Çizgi roman sanatçı tarafından bölümlere ayrılmamış fakat ben incelememi yaparken kitabı bölümlere ayıracağım. İlk bölümde, anlatıcının tabiriyle tarih boyunca “kadın cinsel organıyla kafayı bozmuş adamlar”ı ve amaçları doğrultusunda neler yaptıklarını okuyoruz. Burada sırasıyla şu yedi isimden bahsediliyor: John Harvey Kellogg, Dr. Isaac Baker-Brown, Aziz Augustinus, John Money, Cadı Avı Çetesi, Baron Georges Cuvier ve İsveç Kraliçesi Kristina’nın Mezarını Açan Adamlar.
Listenin yedi numarasıyla başlayalım: John Harvey Kellogg. “Kellogg” ismi bir yerlerden tanıdık geldi mi? Evet, kendisi mısır gevreğini icat eden kişi. Keşke kendisi yalnızca mısır gevreğini icat etmekle kalsaydı. Kellogg aynı zamanda doktordu. Hem de öyle böyle bir doktor değil, kendisi ateşli bir mastürbasyon karşıtıydı. En çok kadınların mastürbasyonuna kafa yormuş olması da hiç şaşırtıcı değil. Kellogg, kadınların mastürbasyon yapmalarının rahim kanseri, epilepsi ve delilik gibi türlü zihinsel-fiziksel rahatsızlıklara yol açtığını öne sürmüştü. Hatta klitorisin üzerine dökülen karbolik asidin mastürbasyona karşı çok etkili bir “ilaç” olduğunu “keşfetmişti”.
Listenin altı numarası, Dr. Isaac Baker-Brown. Dr. Baker-Brown da Kellogg gibi azılı bir kadın mastürbasyonu karşıtıydı. Kadınların mastürbasyon yapmasını engellemek için klitorise asit dökmekten ziyade, günümüzde maalesef hâlâ Afrika’nın bazı bölgelerinde uygulanan “kadın sünneti”nin gerekliliğini savunuyordu. Yalnızca sözde savunmakla da kalmadı; Strömquist’in verdiği dipnottaki bilgiye göre klitoris alma operasyonu dönemin İsveç’inde dahi pek çok doktor tarafından uygulanmıştı.
1857’de İngiliz kadınları için çıkan boşanma yasasına binaen, Dr. Baker-Brown yeni bir teori ortaya attı. Eşinden boşanmak isteyen kadınların boşanma sebeplerini vajinal orgazm değil klitoral orgazm olmayı istemeleriyle bağdaştırıyor, klitoris işlevini yitirirse boşanma vakalarının da azalacağını düşünüyordu. Klitoridektomi ameliyatıyla klitoris kesip alınırsa sorun da çözülecekti. Strömquist’e göre, Baker-Brown kocasından ayrılmak isteyen beş kadına klitoridektomi uygulamıştı. Ulrika Nilsson’un “Kadın Mücadelesi” başlıklı makalesinde de bahsettiği gibi, Baker-Brown’un “Zevk alma, yalnızca itaat et” gibi bir felsefeyle hareket etmiş olabileceğini düşünüyorum. Aklından geçenleri anlamak güç.
Listenin beş numarası ise Aziz Augustinus. Augustinus, dördüncü yüzyılda yaşamış bir Hıristiyan teolog. Meşhur İtiraflar’ında gençliğinde seksten hoşlandığından bahsetmiş olsa da, bir süre sonra seksi iğrenç ve yanlış bir şey olarak niteler. Strömquist’in aktardığı haliyle bunu Augustinus’un şu satırlarını okuyunca daha net anlayabiliyoruz: “Dostluk pınarını kirli arzularla lekeleyip parıltısını şehvetin iğrençliğiyle söndürdüm.” Tüm bu ifadelerden sonra Augustinus ortaya enteresan bir fikir atar. Ona göre cinsellik, “Tanrı’nın armağanı değil, Tanrı’ya ihanetti”. (s.12) Augustinus bu düşüncesini Adem ve Havva’nın Tanrı’ya karşı ettikleri itaatsizlikle ve bizim de bu itaatsizliği onlardan miras aldığımız fikriyle temellendirirken kadınları da “sapkınlığın kaynağı” olarak nitelemekten de geri durmaz. Çağdaşı bazı Hıristiyan “düşünürler” de ondan destek alarak kadınlar hakkında bolca atıp tutar. Örneğin Siccalı Arnobius şöyle yazmış: “Kadın bedeni pis kokar ve çürümüştür. İdrar ve dışkı dolu iğrenç bir çuvaldır.” (s.13) Dördüncü yüzyıla göre gerçekten olağanüstü bir hayal dünyaları var.
Listenin dört numarası, John Money. Money tıbbi psikoloji profesörüydü, aynı zamanda da ikili cinsiyet sistemine bayılıyordu. Bu sisteme göre yalnızca kadın ve erkek cinsiyetleri olmakla beraber kişinin cinsiyetini belirleyen yegâne ölçüt de sahip olduğu cinsel organdır. Ne kadar dar ve yanlış bir bakış açısı, hele ki Money’in 1921-2006 yılları arasında yaşamış olduğunu hesaba katarsak. Hoş, günümüzde dahi onun gibi düşünenler var. Money bunu yalnızca düşünmenin de ötesine geçip yeni doğan bebeklerin de bu iki kalıba uyması için ameliyat edilmeleri gerektiği fikrini savunuyordu. Bu fikri bir hayli de etkili oldu. Tıpkı Foucault’nun “biyoiktidar” dediğini meseleyi akla getirecek bir biçimde, tarihte ilk defa 1800’lerde cinsiyeti ve cinsel organı “normal” ya da “anormal” olarak “bilimsel” kategorilere ayırmak takıntı haline geldi. Money’in savunduğu operasyona göre kadın genitalyasını yapmak “daha kolay” olduğundan çoğu bebek kıza dönüştürülüyordu ve bu operasyon sıklıkla cinsel organların hissiyatını tahrip ediyordu. Özellikle haddinden büyük olduğunu düşündükleri klitorisi de kesip atıyorlardı.
Üç numarada Cadı Avı Çetesi var. Bir teoriye göre cadılarda, şeytanın veya yardımcılarının emebilmesi için “gizli et benleri, gizli siğiller ve meme uçları” bulunuyordu. 1400 ila 1700’lü yıllarda ise (büyük oranda erkek olan) bir grup insan, kendilerini bu “gizli” organları bulmakla görevlendirdi. 1595’teki bir cadı avı davasında şüpheli kadının cinsel organını inceleyen infazcı, “baş parmağın yaklaşık yarısı kadar, meme ucu gibi baş vermiş bir et parçası” tespit edince bunun ancak “iblisin işareti” olabileceğine hükmetti. İnfazcı, et parçasının gizli bir yerde olduğunu ve bakmanın uygunsuz olacağını düşünse de bu büyük buluşunu halka sergilemesi gerektiğine karar verdi. 1634 yılındaki Lancashire cadı mahkemesi sırasında neredeyse davalıların her birinin “gizli yerlerinde” şeytana ait izler bulundu. Tartışmaların çoğu, kadın cinsel organındaki bu “garip meme ucu” yüzündendi. 1692’de beş “şüpheli” kadının duruşmasında, üçünde bundan tespit edildi. Ancak garip bir şekilde, aynı gün içinde bu beş kadın tekrar kontrol edildiğinde bu “meme uçlarından” eser yoktu. Aslında konuya son noktayı İsviçreli Ernni Vuffiod koydu: “Eğer bu şeytanın iziyse, o zaman tüm kadınlar cadıdır.” (s.20) Acilen kendime yeni bir süpürge almam lazım!
Listenin iki numarası, Baron Georges Cuvier. Cuvier baron, zoolog ve paleontolojistti. Fakat kendisini tanımlarken ilk söylenmesi gereken şey bunlar değil, zira böylece Saartjie Baartman’ın ve onun gibi daha nicelerinin tarih boyunca uğradığı zulmün üstünü örtmüş oluruz. Saartjie Baartman, 1800’lü yıllarda gemi doktoru Alexander Dunlop’a köle olarak satılıp Londra’ya getirilmiş Güney Afrikalı bir Khoi kadınıydı. Dunlop, para karşılığında Baartman’ı “Hottentot Venüsü” lakabıyla halka sergiledi. Elbette ki en dikkat çekici yerleri geniş kalçaları ve büyük iç dudaklı vulvasıydı.
Kölelik karşıtı grupların protestosuyla sergi kapatılınca Baartman bu sefer Fransa’ya satıldı. Orada da halka sergilenmeye devam ederken 26 yaşında geçirdiği bir ateşli hastalık sonucu hayatını kaybetti. Cuvier, Baartman’ın ölüm haberini duyduğunda soluğu Fransa’da aldı ve Baartman’ın bedeninin alçı kalıbını çıkararak ilgi duyduğu kısımlarını parçalara ayırdı. Ayrıca, Baartman’ın vulvası ve beynini ilaçlı suyla dolu bir kavanoza koyarak muhafaza etti. Cuvier, büyük dudaklı vulvanın hayvanlara özgü bir cinselliğin kanıtı olduğunu söyleyerek bilimsel ırkçılık alanına adını altın harflerle yazdırdı. Baartman’ın kavanozdaki vulvası ve beyni, 1985 yılına dek Fransa’daki doğa tarihi müzesinde sergilendi. Apartheid rejimi yıkıldıktan sonra Nelson Mandela, Fransız devletinden Baartman’ın organlarını talep etti. Fransa, Mandela’nın talebine başta sıcak bakmasa da bu isteği gerçekleştirdi. Saartjie Baartman, nihayet ölümünden 187 yıl sonra 2002’de Güney Afrika’da gömüldü.
Listenin başını çekenler ise İsveç Kraliçesi Kristina’nın Mezarını Açan Adamlar. 1965 yılında bir grup adam, Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası’nda yatan Kraliçe Kristina’nın lahdini açma fikrini öne sürdü. Bunun sebebi, kraliçenin interseks olma ihtimali ve bu durumu açıklığa kavuşturma istekleriydi. Kraliçenin hermafrodit olma ihtimalini kendine dert edinmiş bir grup adam, ciddi ciddi kraliçenin üç yüz yıllık mezarını açmayı öne sürmüş, hatta başarmıştı. “Akıl alır gibi değil!” dediğinizi duyar gibiyim. En sonunda, “interseksüelliğin iskelet oluşumunu nasıl etkilediğine dair yetersiz bilgiden ötürü interseks tanısını teyit etmenin mümkün olmadığını” kabul etmek zorunda kaldılar. Vah, çok yazık.
Yasak Meyve’nin ikinci bölümünde Strömquist vajina-vulva ayrımını ele alıyor. Bu, çoğu insan tarafından hâlâ ayrımına varılamayan, yanlış bilinen bir konu. Ne de olsa penis, kültürümüzde türlü şekillerde yüceltilirken vulva hem dilde hem de imgelerde gizlenmiş durumda. Kadın cinsel organının gözle görülen dış kısmına vulva, iç kısımla dış kısmı birbirine bağlayan açıklığa da vajina denir. Gözle göremediğimiz daha içerideki kısımda ise rahim ağzı, rahim ve yumurtalıklar vardır. Bu ayrımın açıklamasını takip eden sayfalarda yazar, kadın cinsel organının tanımıyla ilgili Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik”inden İsveçli rapçilerin sözlerine uzanan geniş bir yelpazeyi ele alıyor. Psikolog Harriet Lerner’ın konuyla ilgili söyledikleri ise dikkate değer: “Dilimiz kadın cinsel organının dış kısmını yok sayıp görünmez kılıyor. Kadın cinsel organının böylesi eksik ve yanlış anlaşılmaya müsait şekilde tanımlanması, ergenlikte ayna karşısına geçip kendini inceleyen her kızın kendisinde bir deformasyon olduğu sonucuna varmasına yol açabilir.” (s.39) Ne kadar doğru.
Üçüncü bölümde tarihten bugüne “vulva teşhiri” ele alınıyor. Bu kısımda daha önce hiçbir kitapta görmediğim, tarihsel kalıntılar üzerindeki vulva motiflerine rastladım. Yazar anlatıya Demeter ve Persephone’nin öyküsüyle başlıyor. Rivayete göre kızının ölüler diyarına kaçırılmasından sonra yemeden içmeden kesilen Demeter, bir gün İambe ile tanışır. İambe, bir diğer adıyla Baubo, aslında Antik Yunanlar tarafından kendi mitolojilerine uyarlanmış bir Anadolu tanrıçasıdır; Yunan mitolojisinde “kocakarı” olarak da betimlenir. Velhasıl, Demeter’i türlü şakalarıyla tekrar hayata döndürür. Efsaneye göre Baubo, Demeter’le biraz lafladıktan sonra eteğini kaldırıp mahrem yerini tanrıçaya gösterir. Demeter buna o kadar güler ki kalbinin içi de gülmeye başlar. Bu hareket zaman içinde bir ritüel halini alıp Demeter’in adına düzenlenir.
Yasak Meyve’de görsellerle de aktarıldığı gibi, özellikle İngiltere ve İrlanda’daki “Sheela-na-gigs” denen figürler, vulva teşhirinin günümüze ulaşan en önemli temsilleri arasında. İngiltere ve İrlanda’nın yanı sıra, benzer miraslara birçok kültürde de rastlamak mümkün. Mikronezya’daki “Dilukai” figürleri de bunlardan biri. Bu figürlerin “ahlaksızlık yapan kadınları ifşa ettiğini” düşünen Hıristiyan misyonerlerin dilukailerden pek hoşlanmış olmaması şaşırtıcı değil. Taş Devri insanlarının neden taşı vulvaya benzetecek şekilde oyduğunu düşünebilirsiniz. Aslında bunun iki temel sebebi var. O zamanlar vulva, günümüzdekinin aksine varoluşun bir parçası olarak görülüyordu. Aynı zamanda, o dönemde yaşayan insanlar bizim ders kitaplarına dahi açıkça resmini koyamadığımız vulvadan utanmıyordu. Dehşet duymuyordu. Neden duysunlardı ki? Vulva normaldi.
Dördüncü bölümde konumuz “orgazm”. Daha doğrusu, “orgazm eşitsizliği”. Bu bölümü okurken zihnimde Rayka Kumru’nun Youtube videoları* ve Dr. Jen Gunter’ın Vajina Kitabı belirdi. Atanmış cinsiyeti erkek olan bir birey orgazma çok kolay ulaşabilecekken atanmış cinsiyeti kadın olan bir bireyin orgazm olabilmek için adeta mücadele etmesi gerektiği söylemi her daim kulağımızda. Vajinal orgazm, klitoral orgazm, orgazm; kadınların zevki kaotik bir alan. Neden böyle peki? Şöyle açıklamaya çalışayım: Orgazm deneyimi her cinsiyetten bireyler için eşit derecede önemli olabilecekken cinsel ilişkide bir kadının “görevinin” zevk almak değil, üremek olduğu düşüncesi hâlâ yaygın. On yedinci yüzyıldakinin aksine, Aydınlanma çağının sonuna doğru kadın orgazmının “üremek” için “gerekli” olduğu görüşü terk edildi. Üremek için gerekli olmadığından orgazm konusu böylece kapanmıştı. Halen tıp dünyasında kadın cinselliğiyle ilgili aydınlatılamamış çok şey var. Çizgi romanın da yaptığı gibi, ben de şu noktaya değinmeden de geçemeyeceğim, hâlâ aseksüellik adı altında dini hükümlere boyun eğerek kadınların şehvet yoksunluğu içinde olmasının “erdemli” olduğunu düşünenler var. Bu, kadınların cinselliklerinin değersizleştirilmesi ve yok edilmesi anlamına geliyor. Anna Wheeler ve Mary Wollstonecraft de bu konu üstüne yazmışlardır.
Bölüm sonuna yaklaşırken bizi Freud karşılıyor. Freud orgazm konusunda Otto Adler’den etkilenmiş olacak ki, şu meşhur vajinal – klitoral orgazm ayrımıyla kadınları kendince kategorize etmeye çalışmış. Freud, genç ve olgunlaşmamış kızların klitoral orgazm olduğunu söylerken yetişkin ve olgun kadınların vajinal orgazm olduğu üzerine bir hayli düşünmüş. Hatta bir erkekle vajinal penetrasyon yoluyla ilişki sırasında orgazm olamayan kadınların “frijit” olduğunu iddia etmiş. Freud’un bu teorileri kadın cinselliği adına ne denli mantıksız yorumlar yapıldığının en büyük kanıtı. İşin kötü yanı, bu teorilere göre hareket etmiş bir sürü insana rastlamak da mümkün. Örneğin Freud’un yakın dostu Marie Bonaparte. Isabelle Mons’un Ruhun Kadınları’nda bu olayı okurken şaşırdığımı anımsıyorum. Marie, eşiyle cinsel ilişkiye girdiğinde orgazm olamadığından frijit olduğuna kanaat getirmiş ve klitorisinin yanlış yerde olduğunu düşünerek ameliyat olmaya karar vermiş. Doğru duydunuz. Bonaparte ameliyatla klitorisini vajinasına yaklaştırmış. Bu durum orgazm olmasına yardımcı olmuş mu peki? Maalesef hayır. Bu vajinal-klitoral orgazm meselesini Simone de Beauvoir da İkinci Cinsiyet’inin ilk cildinde sayfalar boyunca ele alır. Tüm bunlara rağmen klitoris yıllar boyu görmezden gelinmeye çalışılmış. Öyle ki, Amerikan tıp sözlüğüne dahi 1981 yılında girebilmiş. Klitorisin gerçek boyutu ise ancak 1998 yılında keşfedilmiş.
Son bölüm, bir Havva tiplemesinin kadın olmanın zorluklarına dikkat çekmesiyle başlıyor ve ardından PMS konusuyla (regl öncesi sendromu) devam ediyor. Premenstrüel sendrom, kadınların adet döngüsü ile ilintili fiziksel ve duygusal belirtiler olarak tanımlanıyor. PMS, adet döngüsü geçiren her bireyde farklı şekilde seyrediyor olsa da belirtilerine baktığımızda kişiye pek fayda sağlamadığını biliyoruz. PMS’den sonra gelen konu ise menstrüel ürünler. Hani temel ihtiyaç olmasına rağmen halen bu kategoride görülmeyip üstünden tonla vergi alınanlar. Türkiye’de bu oran %18. Bu durum, temel ihtiyaç olan menstrüel ürünleri lüks ürün kategorisine sokarak bu ürünlere erişimi gittikçe zorlaştırdığında, “regl yoksulluğu” denilen durumun ortaya çıkmasına sebep oluyor. Elbette bu durumun temiz suya, temiz tuvalete ve çöp kutusuna erişim imkânı gibi türlü boyutları da var. Bu konuda yapılması gerekenler belli: tüm dünyanın menstrüel ürünlerin ihtiyaç olduğunu kavraması ve vergi politikalarını buna göre düzenlemesi. Aynı zamanda, regl yoksulluğuyla mücadele ederken herkesi konuyla ilgili bilinçlendirmek adına küçük yaşlardan itibaren çocuklara kapsamlı eğitimler verilmesi gerekiyor. Bugünlerin en kısa zamanda gelmesi dileğiyle.
Şu zamana kadar okuduğum çizgi romanlar arasında en dolu, okurken yer yer kahkaha atmama da sebep olan Yasak Meyve oldu. Hem harika çizimleri hem de sivri dilinden dolayı Liv Strömquist’e teşekkürü borç biliyorum.
* Rayka Kumru’nun bu konu üstüne yayınladığı “Vajina Majina”, “Cinsel Yönelim” ve “Orgazm Eşitsizliği” başlıklı videolarına Youtube kanalından ulaşılabilir.
Kaynakça
De Beauvoir, Simone, İkinci Cinsiyet, çev. Gülnur Savran, Koç Üniversitesi Yayınları, 2019.
Doğrusöz, Mahan, Freud ve Cinsiyetçilik, Agora Kitaplığı, 2016.
Duerr, Hans-Peter, Uygarlaşma Sürecinin Miti: Çıplaklık ve Utanç, çev. Tarhan Onur, Dost Kitabevi Yayınları, 1999.
Freitag, Barbara, Sheela-na-gigs: Unravelling an Enigma, Routledge, 2004.
Gunter, Dr. Jen, Vajina Kitabı, çev. Belgin Selen Haktanır, Martı Yayınları, 2020.
Mons, Isabelle, Ruhun Kadınları, Yapı Kredi Yayınları, 2018.
Nilsson, Ulrika, “Kadın Mücadelesi”, Uppsala Üniversitesine verilen doktora tezi, 2003. (İsveççe orijinali: “Kampen om kvinnan”)
Reis, Elizabeth, Bodies in Doubt: An American History of Intersex, Johns Hopkins University Press, 2009.
Wollstonecraft, Mary, Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, çev. Deniz Hakyemez, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007.
Kapak görseli: Yasak Meyve‘den bir kare.