Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Bir önceki fragmanda kişisel ve toplumsal olarak parçalanırken parçalanmalara bakmaktan söz etmiştim. Şimdiyse bitmeyen bir eksiklik, yetersizlik duygusundan; tamamlanma çabası, imkân ve ihtimalinden söz edeceğim.
Elena Ferrante’nin dört kitap olan Napoli Romanları[1]’nın anlatıcısı ve ana kişisi Lenù, Mariarosa ve arkadaşlarının bir toplantısını dinlerken “erkek kültürü tarafından kabullenilmek için, insanın kendi aklını erilleştirmesinin ne anlama geldiğini kimse benden daha iyi bilemezdi; ben bunu yapmıştım, yapmaya devam ediyordum,” der içinden (3.k, s.307). Çocukluğundan gençlik ve yetişkinliğine değin peşini bırakmayan eksiklik ve yetersizlik duygusunun kaynağını bulmuş gibidir: Patriyarka! Aile, okul, mahalle, şehir; ilişkiler, aşklar, evlilik; akademi, edebiyat, sanat, siyaset bunların her birinde “varım ben” mücadelesi verirken hep aynı engelle karşılaşmıştır. Katıldığı bu tartışma, yaşayarak bildiği bir bilginin kötü formüle edilmiş bir özetidir onun için. Yine de işe yaramış, çocukluğundan beri en yakın arkadaşı olan Lila’yla ilişkisindeki bir ihtiyacı görmesini sağlamıştır. Birbirlerini biz’in içinde incelemek, birbirlerine bakmak ve sessiz kaldıkları konuları konuşmak. Bu, kendi özneliğini zikzaklar[2] çizerek, tökezleyerek de olsa inşa etmeye çalışırken çıkşsız ve yılgın hissettiğinde onu güçlü kılan birkaç dayanaktan biridir.
Napoli’ni son derece tekinsiz, sömürünün ve şiddetin her çeşidinin yaşandığı, mafyanın hüküm sürdüğü yoksul bir mahallesinde birbirlerine yoldaş, eşlikçi, candaş iki arkadaştır Lenù (Elena Greco) ile Lila (Rafaella Cerullo, herkes Lina, sadece Eleni ona Lila der). Biri, eğitimine devam edebilip mahalleden çıkabilmişken; öbürü, edememiş, mahallede kalmıştır. Kalan, mahalleye ve hayata meydan okur, tehlike haline gelmeye başlar; giden ise akademi, edebiyat, sanat dünyasında tanınan, bilinen bir yazar olur. Lila’nın deliliği, cesareti, sınır tanımazlığı, inatçılığı, zekâsına Lenù hem hayrandır hem de ondan çekinir. Yanında zaman zaman aşağılık duygusu yaşasa da kimi zaman istemese de onun çekimine kapılır. O yokken kendisini, cümlesini eksik hisseder. Yeni bir durum, vak’ayla karşılaştığında onun ne diyeceğini, ne yapacağını düşünürken bulur kendisini sık sık. İlişkileri yaklaşmalı uzaklaşmalı, inişli çıkışlıdır. Kıymıkları, kırıkları az değildir. Birbirlerini doğurur ve öldürürürler. Ancak birbirlerinden vazgeçmezler.
Lenù’nun annesinin bacağı topallıyordur. Ona baktıkça bir gün topallayacak olmaktan korkar: “Demek ki benim içimden de topal annem çıkacaktı, kaderim bu muydu?” (2.k, s.62), “Ya tam kendimi emniyette hissettiğim anda karnımdan annem çıkarsa?” (3.k, s.84). Sorular zihnini annesinin ölümüne değin meşgul eder. İlişkileri gergin ve çekişmelidir. Tiksintiyle karışık öfke hisseder. “Ne yapmam ve yapmamam gerektiğini bana söyleyebileceğini sanmayı sürdürüyordu, hiç durmadan eleştirerek peşimden toplallıyordu, ben kendime sahip olmayayım diye bazen bizzat bedenimin içine süzülmeye niyetli görünüyordu” (3.k, s.194). Bu, onun için bir eksikliktir ve kendisi de eksilmekten korkuyordur. İlk hamile kaldığında ayağı aksamaya başlar. Doktor her şeyin yolunda gittiğini, gebelik kaynaklı bir sinir sıkışması yaşadığını söylese de ona inanmaz: “annemin aksak ayağının bana yetiştiğini, bedenime yerleştiğini, bundan böyle hep onun gibi topallayacağımı sanıyordum,” (3.k, s.257) der. Lila’nın sesinin kendi yaşamında yankılanmasından nasıl endişeleniyorsa annesinin topallığının kendi yaşamına, bedenine eklenecek olmasından endişelenir.
Annesi bazen “taşın altında kalarak korunmuş ama ezilmiş bir solucan gibi hissettirir” kendisini (4.k, s.240). Lenù boşanma kararı aldığında annesi evlerine gelir. Onu, kocası Pietro çağırmıştır! Anne onun erdemlerini saya saya bitiremez. Akademi, sanat ve siyaset çevrelerinde hatırı sayılır Airota ailesiyle akraba eden bu evlilik, onun mahallede bir yer edinmesini sağlamıştır. Kızının boşanmasını istemez. İkna olmadıkça onu aşağılar, ona tokat atar. Lenù’nun çocukluğu boyunca duyduğu öfke ve tiksinti ilk kez bu denli taşar bedeninden. Çizmekte ve korumakta güçlük çektiği sınırları iyiden iyiye ihlal edilmiştir. Annesini iter, düşürür. Uzun süre görüşmezler. Lenù boşanmıştır. Babadan, anneden, kocadan; eril bedenler olan toplumdan ve kurumlarından ayrı, onlardan bağımsız bir varlık olmaya çalışır. Çabasından ve olduğundan/olduğunu sandığından bazen şüphe eder. Kendisini ve okurlarını kandırıp kandırmadığını düşünür. Annesi hastalanmıştır. Sık sık yanına gider ve orada kalır. Annesi öldüğünde ise yanındadır. Lenù’ya son cümlesi “sen sensin, güveniyorum” olur. Yasını tutarken annesini her yerde görmesi, ondan nesneler, parçalarla yaşamayı istemesi ne vicdan azabı ne suçluluktandır. Bir bütünleşme, birleşme, tamamlanma ihtimalini yakalamıştır. Yine gebedir. Bacağındaki ağrı artmıştır. Ama hekimlere başvurmaz. Bunu annesinden kendi bedenine “yadigâr kalan bir rahatsızlık olarak” (4.k, s.241) korumaya karar verir.
Burada aklım daha önceki bir sahneye sıçrıyor. Erkeklerce kuşatılmış yaşamın içinden çalınmış bir ân’a. Lenù yoksul, loş odada, perişan eşyaların arasında, bakır leğenin içindeki Lila’ya bakıyor. Düğün günüdür. Onu yıkayacak, gelinliğini giydirecektir. Kendisini sürekli şaşkına çeviren, bazen delirten, öfkelendiren, bazen toz zerresi gibi hissettiren bazen de hayran bırakan Lila, şimdi çırılçıplaktır. Lenù’nun bakışı bu bedende gezer. Biz de oğlan çocuğunu andıran, soğuktan sertleşip büzüşmüş, dar, gergin, uzun, yumuşak, kavisli, şık omuzlar, göğüs, kalça, popo, bacaklar, dizler, bilekler, ayaklar ve kapkara cinselliği onun gözünden görürüz. Ama hafızamıza işlenen beden değil; kalbi hızla çarpan, damarları yanan bakanın duygusudur. Zihninin ve kalbinin allak bullaklığıdır. Lenù, onun ayağa kalkmasını ister. Yıkamaya başlar. Yavaş ve özenlidir. Kadın içine girilen, deforme edilen, döllenen ya da bakışla sömürülen, fethedilecek nesne değildir artık. Çekim ve haz da öldürmekle yaşatmak arasında salınan tüketilmeyi bekleyen duygular değildir. Yaşanır. Oldukça erotik bir ândır. Lenù ve Lila ilişkisinde de görüdüğümüz, gelgitli de olsa kadın arkadaşlığının kışkırtan, güçlendiren, meydan okuyan yanı bu sefer kadının kadına bakış ve dokunuşunda yaşanır. Ancak Lenù’nun aklına düğün sonrası Stefano’nun ona dokunacak olması gelir: “mantar tıpanın insan eliyle şarap şişesinin ağzından içeri sokuluşu misali, erkeğin şiddetli etinin tek bir darbeyle onun içine girişini hayal ediyordum,” (4.k, s.341). Şimdi yeniden eksilmeye, bölünmeye, parçalanmaya başlanır. Bu acı, ıstırap, çaresizlikle nasıl baş edeceğini bilemez Lenù. Sevgilisi Antonio’nun, aynı saatlerde bunun aynısını kendisine yapmasını isteyecektir. Lila:
“Çirkin bu ayakkabılar,” dedi.
“Hiç de değil,” dedim.
Sinirli bir tavırla güldü.
“Ama öyle, baksana: hayallerimi ayaklar altına aldım.”
Ansızın korkmuş gibi bir ifadeyle döndü:
“Bana neler olmak üzere, Lenù?” (1.k, s.342).
***
[1] Elena Ferrante, Napoli Romanları, çev. Eren Yücesan Cendey, İstanbul: Everest Yayınları:
- Birinci Kitap: Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım (1-2. Basım: Haziran 2015.)
- İkinci Kitap: Yeni Soyadının Hikâyesi (7. Basım: Nisan 2020.)
- Üçüncü Kitap: Terk Edenler ve Kalanlar (6. Basım: Eylül 2019.)
- Dördüncü Kitap: Kayıp Kızın Hikâyesi (6. Basım: Mart 2020.)
[2] Okuduğum ilk günden bugüne defter defter taşıdığım bir cümleyi dipnotta da olsa anmadan geçmek istemedim: “Ben bu kadar zikzak çiziyorum, sen niye bir kez olsun yolunu şaşırmıyorsun lan Rüya, fanusta mı büyüdün be mübarek?” Figen Şakacı, Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?, İstanbul: İletişim Yayınları, 1. Basım, 2017.