Edgar Wright’ın filmografisi içinde korku türü özellikle yönetmenin The Cornetto Trilogy adını verdiği üç film düşünülürse önemli bir noktada duruyor. Yönetmen bir taraftan anlattığı hikâyelerin tonunu belirler, korku türünün ve alt türlerinin (zombie, body horror) özelliklerini yeniden yorumlarken bir taraftan da komedi zemininde bu hikâyelere yeni yollar çiziyor. Yani bir nevi eskiden aşina olunan ögeleri yeniden ele alırken bakış açısının nasıl değişeceğine dair komedi merkezli anlatılar yaratıyor. Shaun of the Dead’de (2004) (The Cornetto Trilogy’nin ilk filmi) gördüğümüz gibi isminden bile bağlantı kurulan bir türün izleri var bu filmografide. Nasıl ki George A. Romero’nun kült korku filmi Dawn of the Dead’den getirdiği geleneğin izleri 80’ler sinemasından 2000’ler sinemasına taşınıyor ve zombi korkusu üzerinde 2000’ler dünyasının ölü toprağı tasvir ediliyorsa; The World’s End’de (2013) nostaljik bir gençliğe dönüş hikâyesi birden bilim kurgu/korku türüne dönüşüyorsa, Wright bu “eskiye karşı yeni” ya da “yeninin baktığı yerden eski” tasvirini neredeyse her filminde yapıyor. Yönetmenin son filmi Last Night in Soho da iki farklı zamanın arasında bağlantı kuran bir korku hikâyesini anlatıyor bize.
Last Night in Soho’yu Wright’ın diğer filmlerinden ayıran önemli bir nokta var. Yönetmenin önceki filmlerine baktığımızda merkezinde çoğunlukla erkek kahramanların hikâyelerine rastlıyorduk. Bu filmde ana hikâye ve ana kahramanlar kadınların. Wright’ın Krysty Wilson-Cairns ile kaleme aldığı film, başkahraman Eloise -Ellie- (Thomasin McKenzie)’nin yaşadığı küçük kasabadan moda tasarımı öğrencisi olarak Londra’ya gelişiyle açılıyor. Günümüz dünyasında başlayan hikâyede Ellie’nin moda yönünden örnek ve ilham aldığı dönem ise 60’lar İngiltere’si. Yani Swinging Sixties. Savaş sonrası kuşak baby boomer’ların artık gençliğe adım attığı onluk yıl olan 60’larda gençlerin kendi yaşam tarzlarını bulmak, kendi zevkleri için yaşamak, müziği, modayı, eğlenceyi kendi yollarını çizerken kalıpları yıkan ve yeni kapılar açabilen aracılar hâline getirmek için yarattıkları bu yeni atmosfer hem ülke içinde hem de dünyada büyük bir yankı uyandırıyor o yıllarda. Ki etkilerini sonraki onluk yıllarda da görebiliyor özellikle müzikte. The Beatles, The Who, The Yardbirds, The Kinks gibi daha birçok grup ve müzisyen gençliği o beklenilen yeni çıkış yollarına götüren ya da o yolculukta onlara yoldaş olan eserler bırakıyor. Ki Last Night in Soho’nun müzikal anlamda da önemli bir parçası olan bu dönemin şarkıları ve müzisyenleri. Dönemin ruhunun ve izlerinin en görünür olduğu Carnaby Street ise Swinging Sixties’in imza yerlerinden birine dönüşüyor. Ellie’nin kendini ve geçmişi bulduğu bir zaman dilimin de parçalarından biri aynı zamanda. Ellie kaldığı yurtta gerek tarzı gerekse bakış açısı yüzünden “tuhaf” olarak addedilmesinin ardından orada huzurlu olamayacağını fark ederek Goodge Place’de Ms. Collins’in (Diana Rigg) evinin çatı katına taşınıyor. Bu çatı katındaki uykularında hayatına dahil olacağı Sandy’nin (Anya Taylor-Joy) yaşadıklarına şahit olması da hikâyenin ana izleğini oluşturuyor.
Aslına bakarsak Last Night in Soho’da klasik korku/gerilim filmlerinin temel taşı olan mekân kullanımlarının çoğu özelliğine şahit oluyoruz. Geçmişle bağ kurulan mahalleler ve sokaklar (Soho, Carnaby Street, Goodge Place), çatı katı ve çatı katıyla bağlantılı olarak hafızanın çatı katına saklanmış karanlık taraflar, korkunun yine bir başka alt türü olan ruhlar ve geçmişe dair yüzlere şahit olduğumuz paranormal ögeler, yanıp sönen ışıklar, uyarının sesine dönüşen parlak kırmızılar, neon ışıklarla bezeli caddeler, bir bulmacayı çözer gibi dinlediğimiz Petula Clark şahanesi Downtown… Bunların hepsi Last Night in Soho’da mevcut. Ancak film tüm bu ögeleri bir klişe yumağına çevirmek gibi bir gaflete asla düşmüyor ki zaten Edgar Wright sinemasına aşina olanlar türle alakalı karakteristik ögelerin onun anlatısını biçimsel yönden etkilediğini ve bu ögelerin tek bir göstergesel boyutta değil başka yönlere açılan hikâyeleri bulabilmek için bir yardımcı boyutunda sergilendiğini tahmin edeceklerdir. Yani malum olanın klişeyi yıkmasına ve aynanın ardındakini çıplak gözle görebilmeye işaret eder Wright’ın kamerası. Bu filmdeki korkunun uncanny (tekinsiz) kavramıyla eşleştiği bir çatı katı ve oradan 60’lar Soho’suna açılan bir yol var önümüzde. Tekinsizin altı hem evin altındaki restoranın ışıklarıyla hem de uykusunda zaman değiştiren Ellie’nin Soho’daki Café de Paris’te Sandie’nin hayatına adım atmasıyla çiziliyor. Ve bu satır arasında kalan bir aktarım da değil. İzleyicinin dikkatini olacaklara çeken bir açıklıkla yapıyor. Çünkü ilgilenmemiz gereken nokta bilemediğimiz, göremediğimiz, ulaşamadığımız yerler değil aksine tam da gözümüzün önündeki bir hayata açılan kapının altını çiziyor Edgar Wright. Hikâye ilerledikçe bunun neden önemli olduğundan da bahsedeceğim.
Uncanny demişken, kavramın tekinsizlikle ilişikisi aynı zamanda tanıdık olana karşı yaşanan ürpertiden de ileri geliyor. Benzerlik, aynılık, yansıma bu tanıdıklığa dahil. Filmin ilk kırılma noktası da bu yansıma ve benzerlik ilişkisi üzerinden yaşanıyor. Ellie aynada kendisini Sandie olarak gördükten ve aynanın ötesindeki Sandie artık Ellie’nin gecelerine dahil olduktan sonra 60’lar Londra’sı 2010’lar sonu 2020’ler Londra’sıyla kesişiyor. Bununla beraber Ellie uncanny kavramına karşı atak yaparak Swinging Sixties modasına duyduğu hayranlık ve aynada gördüğü Sandie’den aldığı ilhamla görünüşünü Sandie’ye benzetiyor. Saçlarını onun saçları gibi yapıp, onun giydiği gibi bir trençkot alıyor ilk iş. Benzerlikten duyulan ürpertiye bir meydan okuma gibi 60’ları günümüze getirerek 60’larda olanları, dün gece Soho’da yaşananları yeniden konuşulur kılan ve göz önünde görünmeyeni yeniden görünür hâle getiren gizemli yolu da tam anlamıyla oluşturmuş oluyor. Sandie’nin giydiği elbiseyi yeniden tasarlamaya başlayarak o elbiseyi giyen kadının ne yaşadığına dair unutulmaya yüz tutmuş olayların etkin tanığı oluveriyor bir anda. İki kadının zihnini bir odaya, bir kapıya ve aynalarda geçmişe dair ipuçları bulmaya varan bir birlikteliğe dahil ediyor. Burada Ellie’nin görülerinden de bahsetmekte yarar var. Yukarıda filmin korku alt türlerinde bahsi geçen paranormal özellikleri de barındırdığından söz ettim. Ellie o daha çocuk yaştayken intihar eden annesinin görüntüsünü aynalar aracılığıyla görebiliyor. Annesi de zamanında Londra’ya gitmiş ve kafasının içinde çözemedikleriyle onu Ellie için bir anı hâline getirmiş. Yani buradan Ellie’nin geçmişe dair imajları görüp yorumlayabileceğini biliyoruz. O yüzden de odasının kapısını açarak Sandie’nin görüntüsüyle buluşması bizi çok da şaşırtmıyor. Sandie’nin dünyası ise 60’ların neon ışıklı Soho’sunda, Swinging Sixties’in idol isimlerinden Twiggy’yi anımsatan makyaj ve elbisesiyle sahneye adım atmak isteyen yetenekli bir genç kadının dünyası. Fakat bu dünyayı yıkmak isteyen bir şov dünyası hüküm sürüyor Soho’da.
Erkin etki alanını belirlediği, istismarın hüküm sürdüğü, kadın bedeninin bir meta olarak yer bulabildiği, kadının nesne olarak gözlemlenebildiği bir manzaraya açılıyor aslında 60’lar Soho’suna dünün Soho’suna açılan kapı. Ellie (ve Sandie) bunu fark ettikleri anda asıl korku motifleri anlamlarını bulmaya başlıyor. Uyarı levhası gibi yanıp sönen restoran ışığı, zamanı değiştiren kapı, aynadan yansıyan bir başkası değil burada korkutan -ki Ellie ilk başta bunların hiçbirinden korkmuyor zaten, bunların bir korku motifi olduğunu ezber eden bizler ürperiyoruz sadece- Sandie’nin hayallerine ulaşamadığını fark etmesi. Bu fark edişten sonra Ellie’nin duyduğu en mühim korku Sandie’ye ne olduğu. Öldü mü, nasıl öldü, buna sebep olanlar ceza aldı, almadılarsa şu an neredeleri Sandie’nin dosyası neden kapandı ya da hiç mi açılmadı, o nereden, onun hatırası nerede? Sorular bunlar, korku bu soruların içinde. Yabancısı mıyız bu soruların ya da hangi kadın yabancısı bu soruların? Korku motifleri sadece bir tür sinemasına ait değiller, kadınların hayatının çoğu zaman en ortasında duruyorlar. O korkunun kaynağını da bulup yok edebilmek için yan yana olmanın, hatırayı yakalamanın, kuşaklar arası hatıra ve hafıza aktarımından gelen dayanışmanın ışığında çözüm üreterek kendileri buluyorlar. Last Night in Soho’nun izleğinin Ellie’nin Sandie’nin hayatına dahil olmasıyla belirlenen hattı bu yüzden mühim.Peeping Tom’daki (1960) kamerasıyla kayda alan Mark Lewis’in kadınları öldürmesi kameranın ardındaki izleyen tehdit edici gücün bir erkek bakış olduğunu gösteriyordu. Ya da yine 60’lar Londra’sının ana mekân olduğu Blow-Up’ta (1966) bir fotoğraf makinesi aracılığıyla cinayeti gören ve eyleme geçen de bir erkek bakışıydı (burada filmin erkek bakışını desteklediği gibi bir anlamdan bahsetmiyorum, hikâyenin içinde karakterlerin hangi konumlarda oldukları esas mesele). Ancak burada izleyen ve izlenen temsilleri de daha farklı konumlanıyor. Sandie’nin Peeping Tom’daki gibi tehlike altında olma hâli var ancak onu gözetleyen taraftaki bakışın doğrultusunda değil kamera. Ellie’nin yanında konum alıyor. Onu nesneye çeviren tarafta değil onu nesne olma hâlinden Ellie’nin özne olarak durduğu, Sandie’yi özne olarak gördüğü dünyada konumlanıyor kamera. Ya da Blow-Up’ın tersine cinayeti gören bakışı ve değiştirecek atılımı da kadın bakışı yapıyor bu sefer. Nesneden özneye bir ters yüz etme hâli bu. Ellie’nin (ve Sandie’nin) bulunduğu yeri hem fiziken bir çatı katı yapan hem de hafızayı çatı katı olarak kullanıp geçmişin korku hayaletlerini orada tutan ve onları Ellie’nin tanıklığıyla su yüzüne çıkaran bir zaman yolculuğu bu aynı zamanda. İki karakterin kurduğu bağın hafızada, zamanda ve tanıklıkta yeni bir anlam kazanması bu.
Bu ters yüz etme temelinde iki kadının kurduğu birlik bağını da oluşturuyor. Sandie’nin hikâyesini çözümsüz bırakmanın asıl korkuyu yaratacağının bilincindeki Ellie, geçmişten gelen cezasızlığın ve çözümsüzlüğün gerçek dünyanın esas korku motifi olduğunun bilincine erişiyor. Aynanın önündeki Ellie’den aynanın arkasındaki Sandie’ye uzanan bir kızkardeşlik bu. Bunu yaparken bir korku alt türü olan “slasher”ın (takip hâlindeki katilin film boyunca çoğunlukla genç kurbanlarının peşine düştüğü ve onları öldürdüğü filmler) etkilerini de yeni baştan yazıyor. Last Night in Soho’da Ellie Londra’ya ilk geldiğinde karşılaştığı taksicinin tekinsiz “takipçi” çıkmasıyla türün karakterleri nasıl konumlandırdığını görüyorduk. Last Night in Soho’ya tam anlamıyla bir slasher film diyemeyiz elbet ama birçok korku alt türü karakteristiği kullandığından bahsetmiştim. Slasher da onlardan biri. Yüzünü tam olarak göremediğimiz taksici (slasher filmlerdeki katil temsilindeki önemli özelliklerden biri de yüzün maskelenmesi olur genelde) ve şehre yeni gelen bir genç öğrenci kadın. Katil ve kurban ikiliğini ortaya koyan bir temsil aslında. Ama özellikle burada kurban kavramının ters yüz edildiğinden de bahsetmemiz gerek ki bu da yukarıda bahsettiğim kızkardeşlikle ilgili önemli bir adım. Katilden kurtulamayan kurbanların ve en sonunda herkes öldükten sonra hayatta kalan “final girl”ün (final kızı) olduğu bir şablon var slasher filmlerde. Burada ise kurban kavramını tamamen dışarıda bırakan ve “hayatta kalan”a yoğunlaşan bir dil görüyoruz. Ellie yoluna çıkan tüm engelleri, onu tetikleyecek arkadaş çevresini, geçmişle bağını sorgulayan tehditkâr bakışları bir bir atlayarak hem kendi “hayatta kalan” hâlini hem de bir başka hayatta kalan Sandie’nin yaşadıklarını aydınlatıyor. Filmin final kızı başından beri Ellie ve kimsenin kurban gitmesine izin vermiyor. Sandie’nin adaletin olmadığı bir düzlemde yalnız bırakılması ve hayatına sarılması Ellie’nin onun hayatta kalan olduğunu anlamasıyla yeniden bir anlam kazanarak bu bahsettiğim zamansız kızkardeşliği filmin merkezine taşıyor.
Last Night in Soho, Edgar Wright sinemasında gerek korku motiflerinin özellikleriyle yarattığı bu Soho evreninde gerekse onun imzası hâline gelmiş komedi tonunun ve müzik kullanımının bu sefer Swinging Sixties’de yeniden hayat bulduğu bir 60’lar korku hikâyesinde unutulmayacak bir kapı açıyor.