“Kendi başıma yaşamayı öğrenemediğimi fark ettim. Öğrendiğim şey yol yordam oluşturmaktı; acım dinene kadar uzanmak, geçiştirmek, idare etmekti. Boğuluyor değildim, ama yüzmüyordum da. Kıyıdan çok uzakta sırt üstü suyun üzerine uzanmış, kurtarılmayı bekliyordum.”

YAZI

Yaman Yalnızlık

Bu (biraz uzun) yazı ilk olarak The New Enquiry dergisinde 17 Mayıs 2012‘de “The Lonely Ones” adıyla yayınlanmış. Yazarı Emily Cooke, orijinali de burada. Çevirisini yapmak dışında hiçbir şekilde emeğim geçmedi. İyi okumalar.

 

Susan Sontag’ın yalnız olmaya dayanamadığını herkes kabul eder. Sigrid Nunez’in 2011 tarihli anı kitabı Sempre Susan’da, Sontag yanında biri olmadan sabah kahvesini içmek veya gazete okumak bile istemez. Nunez’e söylediğine göre yalnızken ve kitaplarla meşgul değilken, aynı “bir kanalın yayın saati bitince ekranda beliren parazit” gibi “beyni dururdu”. Fikirlerine yanıt veren başka insanlar ya da fikirlerini ateşleyen kitaplar olmadığında, fikirler buharlaşırdı. Sontag da günlüklerinin ikinci cildi As Consciousness Is Harnessed to Flesh’te Nunez’in aldığı bu intibaı somutlaştırmış. İlişkinin gereksinimleri (ve huzuru) ile yalnızlığın cazibesi (ve dehşeti) arasında hissedilen gerilim, temel bir insanlık hali olabilir. Ancak modern tarih boyunca kadınlar, bu gerilimi bilhassa en keskin haliyle hissetmiştir; etkileşimde yetenekli olduğu ve yalnız kaldığında amaçsızlaştığı varsayılan bizler. Ancak halka mal olmuş simaların en sözü dinleneni ve benzersizi, kadın aydınların en erkeksisi diyebileceğimiz Sontag’ın da bu çelişkiden muzdarip olması insanı şaşırtıyor. Günlüklerinin ilk cildi, seri bir şekilde ilerleyen cinsel ve entelektüel kendini tanıma sürecini takip ediyordu. Bu ikinci cilt her ne kadar en önemli yapıtlarını yazdığı evreyi anlatsa da, Sontag’ın kendi sınırlarına nasıl toslamış olduğunu gösteriyor. Sontag için kendisine en çok sıkıntı veren şeylerden biri, yalnız kalmaya olan isteksizliğiydi.

 

İdeal bir iletişim biçiminin provasını yalnız başlarına yaparak vaktinin çoğunu harcayan yazarlar için yalnızlık, genelde bir sorundur. Erkeklerse pratik bir varlık olarak yalnız kalmakta kadınlardan daha fazla zorluk çekerler. Ancak her ne kadar kendine yeterlik suretinin altında gizlenmiş bir destek yapısı sıklıkla keşfediliyor olsa da, erkek yazarlarda en azından Romantizm’den beri var olan bir yalnız yazarlık geleneği bulunmaktadır: Rousseau’nun “bir erkeğin değil, yalnızlığın alışkanlıklarına sahibim”i, veya Shelley’den “Alastor; veya, Yalnızlığın Ruhu” gibi. Yalnız kalmayı seçen bir erkek, kendisinden öncekilerin gösterişine bürünür. Bir kadının yalnızlığı bizi tedirgin eder: Bugün bile bir tarafta isteksizlik ve terk edilme, diğer bir tarafta bencillik ve itaatsizlik yan anlamlarını çağrıştırmaya devam etmektedir. The Atlantic’te “bekar kadınların yükselişi”ni anlatan tartışmalı bir yazı kaleme alan yazar Kate Bolick, 39 yaşında, evlenmemiş olmak ve yalnız yaşamaktan memnun olduğunu ima ettiği için eleştiri konusu olmuştu. Tuhaf bir şekilde içleri gıcıklanmış da olsa, çoğu okur ona inanmaya koyuldu. Geri kalanlar kendisini kandırdığı fikrindeydi.

 

Sontag başkalarına itibar ediyor olmaktan rahatsızlık duyuyor, alâka bekleme ve insanları memnun etme düşkünlüğünden hayıflanıyordu. Günlüklerinde, kendisini diğer insanların yetenekleri ve bilgisinden “beslenmekle” suçlar. “Başkalarının ürettiğini tüketmeyi azaltsa” daha çok kendisi gibi olacaktır. Muhabbete olan sevgisi, muhabbet için yaşaması bile şüphe konusudur. Konuşarak kendisini harcıyordur; fikirlerini anlatmayı azaltmalıdır, çünkü konuştukça fikirlerini kâğıda dökme ihtimali de düşer. Yalnızlığı dâhilikle bu kadar yakın ilişkilendiriyorken, Sontag’ın yalnızlığı bir entelektüel kayıp olarak görmesi akla yatkındır. 1966‘da, 33 yaşındayken günlüğüne yazdığı bir yazıda kendisini “birinci sınıf” akla sahip görmez, ve yetersizliğini bir parça başkalarına yükümlü olmaya yorar: “Kişiliğim, duyarlığım, eninde sonunda basmakalıp denebilir . . . yeterince deli, yeterince saplantılı değilim.” Yapmış olduğu tüm ilerlemeleri de başka bir insana yanıtlarında, eski kocası Philip Rieff veya eski sevgilisi Irene Fornes ile yaptığı gibi “paketleme + seyreltme” zorunda kalmamasına atfeder.*

 

*(Diğer yandan Jasper Johns ile olan arkadaşlığı bu paketi açmasına olanak sağlar: “Deliliği doğal + iyi + doğru bir şeymiş gibi hissettiriyor.”)

 

1966 aynı zamanda Against Interpretation’ı (Yoruma Karşı) yayımladığı yıl da olsa başarısından, toplamda kaç tane satılmış olduğunu belirtmek dışında neredeyse hiç bahsetmez. “Bir dâhi olmadığım için kırgın mıyım?” diye, sanki öyle olmadığında herkes mutabıkmış gibi sorar. “Üzülüyor muyum buna?” Onu engelleyenin eksik bir entelektüel beceri değil, mizaç sorunu olduğuna inanmaktadır. Çünkü dâhiliğin “bedel”i yalnızlıktır, hatta yaşadığına inandığı ve “geçici olduğunu” umduğu yalnız ve “insanlıktan çıkmış hayat”: “Şu an bile — 2½ yıl yalnız olmam sayesinde aklımın bir adım ilerlemiş olduğunu biliyorum . . .” Yalnız kalmak insanın gelişmesine, tuhaflaşmasına, delirmesine olanak sağlar. Başkalarıyla olmak sosyalleşmek, sivri olan taraflarınızı başkalarının bileytaşına teslim etmekse eğer, asosyal olmak pürüzlü ve dolayısıyla orijinal olmak demektir. Hüzünle, belki de bir yandan öykünerek birkaç meşhur ve zeki adamın isimlerini sayar: Wilde, Benjamin, Adorno, Cioran. Ama Adorno’nun, Minima Moralia’yı arkadaşı Horkheimer’a atfettiğini, önsözünde o olmasa kitabın asla yazılamayacağını söylediğini unutmuş muydu? Üstelik bu dört adam da evliydiler, Wilde da dahil; diğer yandan o teselliyi evliliğinden çok, erkeklerle yaşadığı ilişkilerde buluyordu.

 

Dâhi olmak özellikle yalnız olmayı gerektirebilir. Ama ünlü olmanın (dâhi olmasa da) nedenlerinden bir tanesi, artık yalnızlık çekmemektir. Sontag bunu bir sabah Prag’da tek başına kahvaltı ederken belirtiyor — yani en azından bir tane kahvaltıyı tek başına yemiş olduğunu biliyoruz — ama yazının asıl konusu yalnızlıktan duymuş olduğu keyfi şaşırarak fark etmesi. Tarih Temmuz 1966, ve Sontag bir otelde kalıyor. Kahvesini içiyor, “iki rafadan yumurta, Prag jambonu, [ve] ballı ekmek” yiyor ve aylardır ilk defa kendini hayatından hoşnut buluyor. Şaşkın ya da çekingen hissetmiyor, çocuk gibi hissetmiyor kendisini; “huzurlu, sağlıklı ve YETİŞKİN” hissediyor. Romanını ertelemiş, yakın zamanda kalbi kırılmış olsa da, birkaç dakikalığına lekesiz bir masa örtüsüyle kaplanmış masada, bir yandan oğlu üst katta uyurken, halinden memnun hissediyor. İyimser, hatta kendinden memnun gibi. “Yalnız olmayı öğrenmeliyim—” diye ant içiyor. Ancak bu karar biraz zorunluluktan verildiğinden, kulağa pek ikna edici gelmiyor. On bir yıl sonra, Nicole adında bir kadınla olan ilişkisi güme gittiğinde de, kendisine hâlâ aynı şeyi söyleyecektir: “Unutma: bu benim birinci sınıf bir yazar olmam için sahip olduğum tek ve son şans olabilir. İnsan yazıyorken asla aşırı yalnız kalamaz.” Bu azmin işlevlerinden biri ortada: aşkta kaybetmenin en azından bir amacı olabileceğine kendisini inandırmak.

 

Yazdıklarını hiçbir zaman tamamlayamamış hissetmesi; asla tatmin olmaması; önce bir romancı, sonra eleştirmen olarak beklediği itibarı hiç elde edememesi; oğlu David Rieff’in (günlüklerinin editörü) belirttiği üzere tüm bunların üstesinden geleceğine inanarak ölmüş olması — tüm bunlar vermiş olduğu kararları daha acıklı hale getiriyor. Diğer yandan insanlar sırf hayatlarına devam etmek için de olsa, sonra caymaları gerekse de o kararları vermiyorlar mı?

 

***

 

Sontag’ın eleştirmen dostu ve çağdaşı (ondan iki sene sonra doğmuş olan) Vivian Gornick, Sontag’ın dert edindiği ve gerçekten de çözmesi zor bir meselenin altından kalkmaya çalışır: yalnızlık ve romantik birliktelik arasındaki ilişki. Gornick 1978 tarihli koleksiyonu Feminizm Üzerine Denemeler’de en azından kadınlar için yalnızlığın gerekli olduğunu savunur; çünkü taban tabana zıttı olan evlilik düşünmek, kendini geliştirmek ve farkındalığa ulaşmaya bir engeldir. Hatta Gornick’in fikrince, evlilik bir kadının hayatına girdiği anda her şeyi çarpıtan ilk beklentidir — çarpıtmasının sebebi de hem erkekler hem kadınlar tarafından “[bir kadının] zihinsel gelişiminin mihenk taşlarından biri” ve en büyük başarısı olarak görülmesidir. Gornick bunun neticelerini uzun ve nefes kesici bir cümlede sıralar: “İşte başlıca bu inançtır ki, kadınlarda zihinsel faaliyetin akışını azaltır ve nihayetinde durmasını sağlar; oysa ki erkekler doğduktan itibaren bu dünyada herkesin yalnız olduğu; kimsenin bir insanın bakımını üstlenmeyeceği; hayatın korku ve nefs arasında aleni bir mücadele olduğu; korkuyla arana mesafe koymanın sadece nefse zaman zaman teslim olmakla mümkün olduğu; arzunun sadece kişinin kendisini deneyimleme kabiliyetiyle desteklendiğinde bilenebileceği; kişinin kendisini deneyimlemesinin en önemli şey olduğu gibi huzursuz bilgilerle beslenirler.” Evlilik yemini bir birliktelik, destek ve emniyet yeminidir ve kadının kendi hayatının sorumluluğunu üstlenmesini — dolayısıyla da kendisini “deneyimlemesini” — ve harekete geçmesini sağlayan motivasyonu, yani yalnızlığın dehşetini, ortadan kaldırarak engeller. Sontag’ın yalnızlığı becerebilen yazarlara imrenmesinde bu isteklendiren dehşet yatar. Fazla kendi başına kalmak korkusu, aralarına dahil olma arzusunu canlandırmaktadır.

 

Evliliğe olan şüpheci yaklaşımının yanında, iki kez evlenen ve boşanan Gornick’in aşka tövbe ettiği söylenemezdi. “On the Progress of Feminism” (Feminizmde Gelişmeler Üzerine) yazısında bir arkadaşının — feminist olmadığını belirtmekte gecikmez — aşkın öldüğünü söylediğini anlatır. Belki de bizi farkındalıktan alıkoyan aşktır, der arkadaşı. Bu ifade Gornick’i dehşete düşürür. “Hayır,” diye “öfkeyle” itiraz eder — asıl gereken aşkı yeni baştan öğrenmektir. “Aşkın tüm adetlerine aşık olmayı”, tüm basmakalıp geleneklerini ve insanı baştan çıkaran soyutlayıcılığını bırakabilirsek, insanın “özgür, tüm kalbiyle, her şeyiyle orantılı bir şekilde aşık olması” mümkündür, der. Evliliğin bilançosu sadece kadınlara çıkmasa da, evlilik hayatı bizler için “rezil bir merkeziyete” sahip olduğu için, en ağır darbeyi yiyen taraf her zaman biz oluruz. Kaybedecek şeyimiz daha fazla olduğu için de, “yeterli sevgiyi bekleme ve temin etmemizi sağlayacak güçlü bir benlik hissine sahip olmadığımızdan bu evliliklere iştirak ettiğimizi anlama sorumluluğu bize düşer; hür ve tamamıyla işlevsel benliğe ket vurmayacak evlilikler yapmak sorumluluğu bize düşer.”

 

Aşk, gerekli bir yalnızlığın düşmanı mıdır? Yoksa sadece gerçekten yalnız kalmayı öğrenerek mi aşık olma kabiliyetine sahip oluruz? Başka bir şekilde söylemek gerekirse, bağımsızlık herhangi bir ilişkinin ön şartı mıdır, yoksa başlı başına bir amaç mıdır? Gornick bu ikilemi yaşasa da pek altından kalkmayı beceremez. Yapıtlarında kafasına koymuş olduğu bir şeyi yapmış, gönül geçmişini sıyrıksız atlatmış, tüm sorularına cevapları edinmiş olgun ve aklı başında bir karakter bulabilmek cesaret verici olurdu. Eserlerinde buna benzer bir manzaranın karşımıza çıktığı olur, ancak aynı zamanda eğreti ve arada kalmış, sürekli aynı dürtüler ve hudutlarla mücadele eden, biraz kazanan, biraz kaybeden, hiçbir zaman istediği yere ulaşamayanları da görürüz. (Annesiyle ilişkisini anlattığı, romantik aşkla olan ilişkisinin de izini süren anı kitabı) Fierce Attachments’da bir arkadaşının uzun süren yalnızlığına göğüs germesini sorgulamasını anlatır — “Hiç aklına getirmiyor gibisin” derken kastettiği erkekler, ya da erkeksizliktir — ve arkadaşı konuşurken birden bir hayale kendisini kaptırır: “Kendimi, akşam üstü bir yatağa uzanmış halde gördüm. Bir adamın suratı boynuma gömülüydü, eli yavaş yavaş baldırlarımdan kalçama doğru ilerliyordu . . .” Bu iç mizansenle donakalan zavallı Vivian “kayıp hissiyle öyle yerine çivilenmiş gibi” olur ki, ağzını bile açamaz.

 

Yalnız kalmanın gerekliliğine öyle uzun süre inanmıştır ki, yalnızlığın ona ödetmiş olduğu bedeli çok geç olana kadar görmeyi reddetmiştir. Approaching Eye Level kitabında asıl sorunun “doğuştan ideolog” olması olduğunu şakayla karışık dile getirir. Bağımsızlık zorunluluğuna olan inancını öyle sık dile getirir ki sonunda bu inancının temellendirildiği gerçeği terk eder. Bir bakıma eskiden öne sürmüş olduğu görüşünü de yanlış anlamış ve yalnızlığı başlı başına bir amaç ve gerekli bir düzenleyici hırs olarak görmeye başlamıştır; halbuki eskiden yalnızlık bir ön koşulken — “bu dünyada herkesin yalnız olduğu . . . huzursuz bilgisi” — fikri faydalı olabilecek güce sahiptir. Önceki bu formülasyonunda yalnızlık ne bir hayatta kalma yöntemi, ne de edinilebilecek en yüksek manevi amaç değil, kişinin başlangıçta içinde bulunduğu durumdur; bunun farkındalığı kişiyi tam anlamıyla inzivaya itmeyecek, sanat ve sevginin kişiyi başkalarına iletişim kurmayı sağlayan başarısına ulaştıracaktır. Gornick yalnızlığında o kadar ısrarcı olmuş ve “yalnızlığını yenmesi” gerektiğine o kadar inanmıştır ki, aslında hiçbir şeyi yenmediğini görememiştir: “Kendi başıma yaşamayı öğrenemediğimi fark ettim. Öğrendiğim şey yol yordam oluşturmaktı; acım dinene kadar uzanmak, geçiştirmek, idare etmekti. Boğuluyor değildim, ama yüzmüyordum da. Kıyıdan çok uzakta sırt üstü suyun üzerine uzanmış, kurtarılmayı bekliyordum.”

 

***

 

Bir kıta mesafede, 1936 Buenos Aires doğumlu Arjantinli şair Alejandra Pizarnik 1963’te bir ocak sabahı günlüğüne, yalnız kalmasına olanak tanıdığı için şiir yazmak “durumunda” kaldığını yazmıştı. Pizarnik’in İngilizceye henüz çevrilmemiş olan (Türkçeye de öyle. — ç.n.) olağanüstü günlükleri 18 yaşında olduğu 1954‘ten, intiharından önceki sene olan 1971’e kadar on yedi senelik bir süreyi kapsar. Ölümünden bir gün önce, bir arkadaşına günlüklerinin “aynı bir yazar gibi” yayımlanmasını görmek istediğini söylemiştir. Öyle de olmuş, Pizarnik de genç bir şaire göre hatrı sayılır bir uluslararası şöhrete ulaşmıştır. Her ne kadar günlükleri ketum şiir dilinin bir tefsiri olarak okunabilir de olsa, en çok duygusal hayatının, depresyonunun ve intiharı sürekli olarak düşünmesinin belgeleri olarak okuru büyüleyecektir. Cümleler keskin, düzensiz, hatta bölük pörçüktür. Bazı zamanlar cafcaflı bir dil kullanır, betimleme üstüne betimlemeler melodramatik bir hal alır ama en çok derin bir mutsuzluk içinde olanların ustalaştığı o keskin, gözükara ve kendisini konu alan espri anlayışını sergiler. Sontag gibi, Pizarnik de kendi hırslarıyla cebelleşmektedir, bir an yaptığı işin beyhudeliğini düşünürken — niçin daktiloda temize geçirmek zorunda kalacağı, sonra üzeri karmakarışık bir masada biriken kâğıtlara ekleyeceği bir şey daha yazsın ki? — bir sonraki an, İspanyolcanın gelmiş geçmiş en iyi şiirini sakinlikle bildirir.

 

Yalnızlığı için şiire olan gereksinimini anlatışı hem alaycı, hem de samimidir: “Yalnızlığı hak etmek için adeta birisinin şunu söylemesi gerekir: yazmak için yalnız kalıyorum. Ergo: eğer şiir yazmazsam, bu yalnızlık bana ait olmaktan çıkıyor.” (Erkek bir şairin yalnızlığı hak etmeyi bu kadar kafasına taktığını tasavvur edebilir miyiz?) Bu görüş, yazmanın yalnızlık için bir bahane gibi olduğunu iddia eder gibidir. Ama böyle bir intiba varsa da, Pizarnik’in kendi yazdıklarına ciddi bir şekilde yaklaşmasıyla çelişmektedir: onun için en önemli olan, her şeyden önemli olan şey, yazmaktır. Buna rağmen yaradılıştan itibaren yalnızdır, asla bulamayacağı kusursuz eşini ümitsiz bir şekilde divane gibi aramaktadır. Hem erkek, hem de kadın sevgilileri olur (günlüklerde isimleri bir görünüp, bir kaybolur), ancak hiçbiri o sevgili değildir. Onunkisi Sontag’ın gündüz düşlerinden çok uzakta, yalın ve dehşet verici bir yalnızlıktır. Pizarnik’in bu çaresiz yalnızlığı yazmasına bir noktaya kadar yardımda bulunmuş, o noktayı aştıktan sonra da imkânsız hale getirmiş gibidir.

 

Peki neresidir bu nokta? Sontag yalnızlığı yüceltirken, bir yandan da ondan köşe bucak kaçmıştır. Gornick yalnızlığı amaçlamış, nasıl bir eziyet olduğunu görünce mümkün olduğunca arasına mesafe koymuştur. Üçü arasında en tecrit edilmiş olan Pizarnik olmalıdır. Hayatını neredeyse geri kalan her şeyi hariç bırakacak şekilde edebiyata bağlayan Pizarnik, Sontag’ın ve Gornick’in hayalini kurduğu, denediği ve mantıklı bir şekilde kendinden uzaklaştırdığı bir şeyi, büyük bir kişisel bedel ödemek pahasına yapmıştır. Diğer yandan edebiyata kendini tamamen teslimin bedeli, doğası gereği ağır olmalıdır. Eziyetin büyüklüğü bir günlük yazısından anlaşılabilir:

 

«Ne yazıyorum, ne de okuyorum. Konuşacak kimsem yok. Marta ve Antonio’nun gıkı çıkmıyor. Kimseyle ilgilenmiyorsam ve kimseler beni görmeye gelmiyorsa niçin evimi güzelleştireceğim ki? Olga bile bu ölümcül yalnızlığa karşı duyarlı değil ki beni aramıyor (eskiden arayıp duran Aurora, Juanjo ve diğerleri de öyle). Ne oldu? Kabahat bende mi, onlarda mı? Acaba annemin yalnızlığını mı üstlendim diye endişe içindeyim. Bir şey mi yapmalıyım, yoksa beklemeli miyim (ümide hiç başvurmadan)? İnsanlara ihtiyaç duyduğum ortada, birkaç kişi bile olsa.»

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YJane Vonnegut, Kurt Vonnegut’u Nasıl Yazar Yaptı?
Jane Vonnegut, Kurt Vonnegut’u Nasıl Yazar Yaptı?

Kurt Vonnegut'un çocukluk aşkı, ilk eşi Jane Cox'a yazdığı mektuplar, Jane'in hem hayatına hem de yazarlığına ne denli etki ettiğini ortaya koyuyor.

SANAT

YAndrew Solomon: İntihar, Bir Yalnızlık Suçu
Andrew Solomon: İntihar, Bir Yalnızlık Suçu

Medya intihar haberlerini verirken neredeyse istisnasız olarak bir “gerekçe” sunar ve insanın kendisini yok etmesinin mantıksızlığına bir mantık göstermeye çalışır.

TARİH

YDemir Çağı Kadınları! Yaza Ovidius’la Işıldayarak Girin
Demir Çağı Kadınları! Yaza Ovidius’la Işıldayarak Girin

Genç kalmak için artık Jüpiter'e yalvarmanıza gerek yok! Ovidius'tan (MÖ 43 - MS 18) güzellik tavsiyeleri...

SANAT

YKitap Kapağında Gerileme ve Çöküş Dönemi
Kitap Kapağında Gerileme ve Çöküş Dönemi

Kapak tasarımı gerçekten eften püften bir konu mu?

Bir de bunlar var

Sinemanın Ophelia’yla İmtihanı
Tabu
Auschwitz’de Serinlemek

Pin It on Pinterest