Geçen haftasonu 5Harfliler Antonioni Kolu Başkanı Melis Kurultay’la Zabriskie Point’u izledik.
Filmi izlemek isterseniz şurada var. Ama ben filmden bahsetmeyeceğim. Bu yazının konusu aslında kısaca şu olacaktı: filmin başrol oyuncusu i-na-nıl-maz yakışıklı bir insan. İnanılmaz kelimesi abartı için değil, gözüktüğü her kareyi “nasıl olur, nasıl olabilir, çok ilginç… peki ama NASIL” gibi aptal sorularla, adamın yakışıklılığına etkin bir şekilde inanmayarak geçirdim.
Film bitince alelacele adamın yakışıklılığını Melis’e de onaylattım. Onayı öncelikle içimi rahatlattı, hormonlarımın bana bir oyunu değil tamamen bilimsel, objektif bir gerçekle karşı karşıyaydık. (Fen derslerinde zorlanan bir çocuktum. Belli oluyor mu?)
Ama sonra o rahatlama gitti, bir insanın sadece görüntüsüyle, bakışıyla, yüzündeki kusursuz kusurlarıyla falan filan böyle bir etkisinin olabileceğini, bunun adaletsizliğini hatırlamanın huzursuzluğu geldi. O huzursuzluğu da kafamdan “amaaan film çekileli 40 yıl olmuş, şimdi kim bilir ne haldedir” ile kovdum. (Hiç sorma)
Eve geldiğimde kısa ama acayip bir wikipedia makalesi beni bekliyordu. Bu adını bilmediğim, başka hiçbir filmde görmediğim insan Mark Frechette imiş. Aslında aktör değilmiş, sokakta birisiyle kavga ederken keşfedilmiş, bu filmden sonra iki filmde daha oynamış, bu arada Mel Lyman diye egzantrik bir adamın komününe katılmış, bu filmden aldığı parayı komüne bağışlamış. SONRA, sonra derken filmin çıkmasından sadece üç sene sonra, komünden birkaç kişiyle Boston’da banka soymaya çalışmış ve hapse atılmış. Hapiste fena halde depresyondayken, intihar olabileceği de söylenen bir kaza sonucu, boynuna 70 kiloluk bir halter düşürerek 27 yaşında ölmüş.
HAYDAAA.
Seksi fotoğraflarına tıklayayım derken başıma iş aldım resmen.
Adamın keşfediliş hikayesi ise şöyle. Mark liseden terk, genç yaşında evlenmiş ve çocuğu olan, Boston’ın daha çok siyahların yaşadığı fakir bir mahallesinde marangozluk yapan, bu arada da Lyman’ın komününde takılan öfkeli genç bir adam. 1968 yılında iki kez tutuklanıyor, bu arada evliliği bozuluyor, yine o yıl bir gün sokakta birine çok affedersiniz madırfakır derken Antonioni’nin yetenek avcıları tarafından görülüyor. Avcılar nasıl o an oradalar hiç bilmiyorum, ayrıca yetenek diyorlar ama sokakta yeteneği nasıl anlıyorlar acaba. Bence bu insanlar basbayağı sokaklarda “tavırlı güzellik” arıyorlardı. 60’larda Antonioni’nin yetenek/güzellik avcısı olmanın kendisi de apayrı bir film konusu olmalı zaten. Ama rivayet o ki Mark’ı görüyorlar ve şöyle not alıyorlar: “20 yaşında ve nefret ediyor”.
Zabriskie Point çekiliyor, film acayip başarısız oluyor. Ne gişe yapıyor ne eleştirmenler seviyor. Mark da hem çekim boyunca Antonioni’ye sinir olmanın etkisiyle hem heralde yapısı itibariyle gerçek hislerini saklayamadığından film için “bok gibi oldu, boşverin gitmeyin, paranız cebinizde kalsın” diyor. Bu noktada Mark ve filmin diğer başrol oyuncusu Daria Halprin’in film çıktıktan hemen sonra katıldığı bir Amerikan talk şovunun videosunu şuraya iliştirmek istiyorum. Prova edilmiş sevimlilik ve özgüven, anlamlı ya da özgün hiçbir şey söylememe ve bunu yaparken hazırcevap olma, “gıcıklığı” bile bir tür yapay sevilebilirlik sınırları içerisinde yapma gibi kuralları olan, benim zaman zaman büyüleyici çoğunlukla ise tahammül edilemez bulduğum Amerikan talk şov formatının çanına tıkılan şu ota bakın lütfen:
Bunu şu an herhangi birinin yapabildiğini hayal edebiliyor musunuz?
Mark bir iki sene filmin getirdiği şöhreti yaşadıktan (Vogue için Richard Avedon’a şu birkaç iğreti pozu veriyor mesela) sonra sıkılıp komününe geri dönüyor. Kendi ifadesiyle “bu ülkeyi boğazlayan her şeye karşı doğrudan bir saldırı” olarak (ama belki ayrıca gurusuna para da bulmak için) banka soyma fikri ortaya çıkıyor. Mark boş bir silahla ve komünden diğer iki arkadaşıyla bankaya giriyor. İşler bekledikleri gibi gitmiyor ve Mark’ın yakın arkadaşı vurularak öldürülüyor, kendisi de hapse atılıyor. Sonra da işte, “kaza” sonucu ölüm.
Adamın hikayesini okurken aklıma geçen senenin filmi The Master ve orada Joaquin Phoenix’in oynadığı karakter geldi. “Hep kazanan” ülkenin “doğru ırkta” doğmasına rağmen kazanamayanlarını izlemenin ilginç bir yanı var. Savruk, toplum dışı, öfkeli, plansız, yanlış bir şeyler olduğunu sezen ama değiştiremeyen, guruya/ustaya ve kendini yok etmeye meyilli. Ve bence Joaquin’in yüzünde de böyle bakmaya doyulamayan türden bir şey var. Tabii bütün bu yazdıklarım, adamın güzelliğinde cetvelle çizilmiş objektif! gerçekten öte bir şeyler olduğuna işaret ediyor ama şimdi onun ilmine hiç girmeyelim. (Zaten o sistemin içimde nasıl çalıştığını anlasam düğmesinden kapatırım gibi geliyor bazen.)
Son bir alıntı. Hapse girdikten hemen sonra yapılan bir röportajda anne-babası soruluyor. Şöyle diyor: “Zavallılar, bu olanları duyunca ölecekler. Onlarla konuşabilirsiniz isterseniz ama benimle ilgili tek bir şey bilmiyorlar.”
Kaçalım hepsinden.