Ceylan Özgün Özçelik’le birçoğumuzun tanışması Kaygı (2017) ile oldu sanırım. Ben sonradan, pandemi süregider ve bilgisayar başında çevrim içi gösterimler kovalarken Ankebût (2020) ve Cadı Üçlemesi 13+’yı (2019) de izleme fırsatı buldum. Bu üç filmin de tarzlarının çok farklı olduğunu ve Özçelik’in üslubunu farklılaştırarak geliştirdiğini düşünmüştüm.
Tekrar buluşmamıza Cadı Üçlemesi’nin ikinci filmi 15+: Cezaevinden Mektuplar (2022) vesile oldu. Sanırım yönetmenin filmografisinde en içimize oturacak olanı buldum. Her ne kadar görseller ve anlatıcı sesler arasında bir mesafe varsa da, anlatılan hikaye ağır, geri dönüp izlemesi zor bir film 15+. Hiç acımadan, şu bilgiyle açılıyor: “Her üç kadından biri 15 yaşından itibaren fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.” Hikayelerini film boyunca dinleyeceğimiz iki kadının künyesi ve gazete kupürlerinden oluşan bir kolajla devam ediyor. Aylin Işık, 31 yaşında, Gaziosmanpaşa’da kocasını vurarak öldürmüş. Defalarca kavga etmelerine, boşanmak istemesine ve şiddet görmesine rağmen ayrılamamış. Havva Zor, 37 yaşında, Antakya’da kızını istismar eden kocasını öldürmüş. İkisi de 15 yılla cezalandırılmış.
Bütün film bu film kupürleriyle başlayan bir çeşit found footage (buluntu görüntü) estetiğiyle şekilleniyor. Çünkü Havva ve Aylin’le röportaj yapmak isteyen film ekibi, ses ve görüntü kaydı için cezaevlerinden gereken izinleri alamıyorlar. Bu yüzden yazılı olarak sorularını onlara iletip, cevaplarını oyunculara okutuyorlar. Bu buluntu görsel estetiği bazen güzellik ürünleri satan reklam panolarını kayda alıyor, bazen baş örtülü plastik mankenleri, bazen ev işleri yapan oyuncak bebekleri…Sık sık toplumsal cinsiyetin kadınlara biçtiği sınırlayıcı rolleri görüyoruz Aylin ve Havva kendi hikayelerini anlatırken.
Havva’nın da Aylin’in de hikayeleri birbirine çok benzer şekilde ilerliyor. İkisinin de mücadeleci ama aile hayatına, ev içi işçiliğe mecbur kalmış anneleri var. Aylin’in Popstar yarışmasına katılıp şarkı söyleme hayalleri, Havva’nın Antakya’nın köylerinden birinin bahçesinde geçirdiği çok mutlu bir çocukluğu var. İki kadının hikayesi de evlendikleri adamlardan gördükleri şiddette birleşiyor. Biri Antakya’da diğeri Diyarbakır İstanbul arasında iki farklı kadın: evlilikle yalnızlaşmış, çocuklarını çok seven, onlara iyi bakmaya çalışan… İkisinin de hayatı evlendiğinde alt üst oluyor: sevdiklerinden, evlerinden uzaklaşıyor, şehir değiştirmek zorunda kalıyorlar. Onlar taşınma süreçlerini, yaşadıkları yalnızlaşmayı anlattıkça, görüntüler de öyle ters yüz oluyor.
Aylin, hayatına giren en güzel insanlarla cezaevinde tanıştığından bahsediyor. Bir şekilde arkadaşlık, yoldaşlık, kız kardeşlik kurduğu kadınlarla burada buluşuyor. İki kadın da artık kendilerini kız kardeşleri sayesinde yalnız hissetmiyorlar. Avukatlarının kahramanlıklarını, cesaretlerini anlatıyorlar. Yeni bir hayat kurmaya, çıktıklarında yapacakları güzel şeylere dair umutları var. Öyle konuşuyorlar. İşte bu histir kadın hakları alanında çalışan herkesi bir nebze de olsa besleyen, dirayet veren diye düşünüyorum.
İki kadının anlattığı olay gecesi birbiri içinde karışıp kayboluyor: ikisi de kadınların kendilerini ve çocuklarını korumak için kocalarını öldürmek zorunda kalma anlarını, travmanın kopukluğunu barındırıyor: zeytin dalları, havada asılı kalmış ve yukarı tırmanmaya başlayan bir örümcek, bir silah sesi, Aylin’in oğlunun ağlama sesi… Hapsedildikleri ilk günleri, o günlerde yaşadıkları uyku problemlerini, silah sesi duyarak uyanmalarını, ya da günlerce kalkamadan uyumalarını anlatıyorlar. Havva, bu bölümün sonunda, hapse girmeden önce sürekli kocasının kendisini ya da çocuklarını öldürdüğünü gördüğünü ama artık bu kâbusları hiç görmediğini itiraf ediyor.
Baştaki gerilim dolu görsellerin yerini filmin ikinci yarısında biraz daha içimizi açan, doğa görselleri alıyor: atlar, çiçekler, özgürce uçan kuşlar, akan dereler… Aylin kuşları ne kadar sevdiğini hatta kolunda, ona şans ve özgürlük gibi kavramları hatırlatan kırlangıç dövmesi olduğunu anlatıyor. Yine Aylin çiçek gibi kadınım diyor, hapishane ve çiçek görsellerinin arasında. “Ama betonu delen çiçekler gibiyim.” Güçlü bir kadın olduğunu hissediyormuş böyle düşündüğünde.
İki kadın da lunaparkı ne kadar sevdiğinden, çıkınca çocuklarıyla oraya gidip balerine binmekten bahsediyor. Aylin, en çok balerini, onunla dönmeyi sevdiğinden bahsediyor. Hayatı dönüp durduğumuz, sürekli bir şeylerin hareket ettiği bir balerin gibi tanımlıyor: “…ama istersek dimdik durabiliriz.” İki kadının da hapisten çıkınca yapılacaklar listeleri ortak: çocuklarıyla birlikte vakit geçirmek, nefes almak göğe bakmak, doğada olmak. Gün batımının pembe renkleriyle, kadınların çocuklarını görecekleri anları hayal ettikleri anlarla bitiyor film.
20 Haziran’da Pınar Gültekin’i öldüren Cemal Metin Avcı’nın “haksız tahrik” indirimiyle müebbet cezasının 23 yıla düşürüldüğünü gördükten sonra yazdığım bu satırlara iliştirmem gereken, içimde kaynayan büyük bir öfke var. Ekonomik kriz, şiddet ve faşizmin her dakika kendini daha çok hissettirişiyle, çok zor bir dönemden geçiyoruz. Bunun fazlasıyla uzun bir “dönem” olduğu konusunda hemfikiriz. Öfkeliyiz ve haklı olduğumuzu, adaletin bizim yanımızda olacağı günlerin geleceğini biliyoruz. Ama öfke öyle tehlikeli bir duygu ki, her şeyi yakıp yıkmasıyla bir şeyleri gerçekten değiştirmesi arasında milisaniyeler var. Bir şekilde onu söndürmemeli ama bizi yakıp tüketmesini de engellemeliyiz. Bunun tek yolu da dayanışmadan, birbirimize destek vermekten geçiyor. Ne şiddet görünce gidilen polis, ne aile, ne devlet… Hiçbiri korumuyor kadınları. Bunu artık hepimiz ayan beyan görüyoruz. Film bu açıdan hem çok çaresiz hissettiriyor, hem de kadınların güçlenmesine yardımcı olup onlara umudu ve dirayeti aşılıyor.
Cadı Üçlemesi 15+ Cezaevinden Mektuplar’ı Haziran ayı itibariyle MUBI’de izleyebilirsiniz!