Woolf sosyalleşmeyi ve çene yarıştırmayı çok seviyor, sivri zekasını, hayal gücünü ve zengin zihinsel altyapısını insan ilişkilerinde mahvedici bir silah olarak kullanabiliyor...

SANAT

Virginia Woolf, Yunanca Şakıyan Kuşlar, VII. Edward’la Konuşmalar

 

Geçen yılın yaz aylarını internetteki makalelerden ciddi kalın kitaplara kadar ulaşabildiğim bazı kaynaklardan Virginia Woolf’un hayatını okuyarak geçirmiştim. Biyografi denemelerinin büyük çoğunluğu, özellikle de Woolf’u Bloomsbury üzerinden anlatan kitaplar, bir hayatın hikayesini kurmak şöyle dursun, belli bir dönemini bile ele almaya yetmeyecek, retorikle ya da havadislerle, yazarın kitaplarından alıntılar ve zorlama paralelliklerle şişirilmiş bilgi parçalarından ibaret görünmüştü. Birbirini tamamlayamadan yıllar içinde üst üste yığılmış kaynaklar. Woolf araştırmacılarının hemen hepsinin kabul ettiği üzere, bu alanda hiçbir teşebbüs, yazarın yeğeni (çok sevgili ablası Vanessa ile epeyce bir flört ettiği eniştesi Clive Bell’in oğlu) Quentin Bell’in Virginia Woolf, A Biography‘sinin önüne geçemiyor. (Kitap hakkında daha geniş bilgi için William Maxwell imzalı şu yazıya bakılabilir: http://archives.newyorker.com/?i=1973-02-03#folio=088)

 

Quentin Bell’in kitabı çok kapsamlı, mektuplarla, ek belgelerle desteklenmiş, kaynakları kuvvetli, referansları sağlam (ne mutlu ki Zehra Savan’ın çevirisiyle Türkçede de 2007 yılında yayınlandı, bu yazıdaki alıntılar oradan).  Aileden biri olmasının avantajı da var, ama teyzesinin hayatı herkesin elini kolayca altına sokabileceği bir taş değil. Kaldı ki yazarın yakını olması bu girişimi büyük bir hayalkırıklığına da dönüştürebilirdi. Aslında sanat tarihçisi olan Bell, ortaya öyle iyi bir kitap çıkarmış ki, sona erdiğinde Virginia’dan ayrılmak kadar, bu adam neden hiç roman yazmamış ki, sorusu da (kitabın görünürdeki tüm nesnelliğine rağmen) insanın içini burkuyor.

 

1926 yazının sonlarına doğru, Virginia Woolf erkenden gri ve kasvetli bir güne uyanır, diline Shelley’nin dizeleri dolanır, gün boyu bu şiiri bir şarkı gibi sayıklar durur. “The spirit of delight”. “Rarely, rarely comest thou, spirit of delight”. Ve der ki günlüğünde, “O gün bunu söyledim, ve hiçbir biyografi yazarı 1926 yazında yaşadığım bu olayı hiçbir zaman bilemeyecek. Bir de biyografi yazarları insanları tanıdıklarını iddia ederler.”

 

Woolf’un müstakbel müteşebbislere bir şakası mıydı bu, yoksa geride kalacak olanların mahremiyeti konusunda daha ahlâklı davranacağını mı ummuştu bilinmez. Ama Quentin Bell, teyzesinin bu satırlarına meydan okumaksızın, nesnesini bütünüyle tanıdığını  iddia etmekten sakınarak canlı bir portre ortaya çıkarmış. Kitap epeyce İngiliz. Bell’in akademide dirsek çürütmüş bir estet olduğu her satırından belli, tasvirleri dengeli, seçtiği sözcükler işvesizce tam yerinde duruyor. Bildiğini çoğunlukla esirgemiyor ama centilmence. İçinde büyüdüğü çevrenin insanlarına mesafeli ve yargısız bakabiliyor, ama hin. Kimi saptamalarının, sade ve sağlam üslubunun arkasındaki sarkastik, okura çok yerde göz kırpıyor. Belki bu nedenle, her şey kolay ve dertsiz yazılmış gibi gelebiliyor insana, bu da yazarın emeğini gözümüze sokmaktan kaçınırken de edepli bir centilmen olduğu fikrini destekliyor. Tabii bunlar benim okuma deneyimim. Özetle, Virginia Woolf’tan bağımsız olarak da iyi kotarılmış bir kitap bu.

 

Ancak birinin hayatı deşildiğine göre, işin kökü nereden baksanız illa ki magazin basınına temas edecek. Ben de kitaptan edindiğim ve daha önce bilmediğim, çoğunluğu dedikodu temelli bilgilerin kafamda nasıl bir Woolf imgesi bıraktığını not edeyim istedim. Yani birazdan şöyleymiş böyleymiş diye Virginia’yı çekiştireceğim, hem de kabaca üçüncü, bazen kimbilir kaçıncı ağızdan. Woolf’un hayatını ana hatlarıyla kuşatıp özet geçen notlar değiller bunlar. Bazen çok şaşırtan, bazen korkutan, arada çok güldüren, zaman zaman yalnız değilim hissi uyandıran birkaç ipucu sadece.

 

 

Küçük fırlama ve Genç rahibe

 

Aklımda en çok kalan, kalabalık yemeklerin, çocuk odalarının, çalışma mekanları ve kütüphanenin, akşamları ateşin başında oturulup yüksek sesle okunan tarih kitaplarının ve hastalıkların paylaşıldığı aile evinde, Virginia Stephen’ın tek başına yazmaya soyunduğu ev gazetesi Hyde Park Gate News’dan bir pasaj. Aşağıdaki havadisi yazdığında 9-10 yaşlarında. O yaşta ironiyi bu kadar iyi besleyen, kendini ne kadar geride tutacağını bilerek sözcükleri hedefine bunca doğru ulaştıran bu ifade cambazlığı, bir de cingözlük, “vergi” yoksa heveslerde ısrarcı olmamalı fikrini büyüttü bende:

 

“Miss Villicent Vaughan (Virginia’nın kuzeni) gelişiyle Stephen ailesini şereflendirdi. Miss Vaughan, saygılı bir kız kardeş olarak, Kanada’da oturan ve uzun zamandır görmediği kız kardeşini görmek üzere Kanada’ya gitmişti. Ümit ederiz ki kendisi evlilik arayışıyla dünyayı dolaşırken, kardeşinin kocasıyla mutlu bir şekilde yaşadığını görüp kalbinden kıskançlık duyguları geçirmemiştir. Fakat biz de pek çok yaşlı insan gibi konuyu dağıtıyoruz. Miss Vaughan Pazartesi günü gelmiştir v e hâlâ Hyde Park Gate 22 Numara’da bulunmaktadır.”

  

woolf1


 

Bu bilmiş satırları okuyan biri, Virginia Stephen’ın genç kızlığında cerzebeli bir tipe dönüşeceği kehanetinde bulunabilirdi. Oysa tam tersine, annesinin ve en büyük ablasının erken ölümlerinin, üvey abileri George ile Gerald’ın süreğen cinsel tacizlerinin ve elbette kendi bünyesinin etkisiyle, içe kapalı, utangaç, insan içine çıkmaktan hiç mi hiç hoşlanmayan, çoğu zaman deliliğin sınırında, çevresindeki (çoğu mankafalı ve ikiyüzlü) Victoria ürünü erkekler bir bir Cambridge’e kabul edilirken, yüksek öğretim kurumlarında kadın yasağı sürdüğü için olağanüstü zeka ve kalem kuvvetini ancak kişisel mektuplarında sergileme fırsatı bulabilen bir genç kıza dönüşüyor Virginia Stephen.

 

Woolf’un hayatına dair hemen herkesin bildiği ve yukarıda belki insafsız bir biçimde kabaca andığım bu dönüm noktalarının ardından, bir şeyler daha oluyor. Çünkü utangaç Virginia Stephen, Londra kültür sanat cemaatinin şöhretli Virginia Woolf’u olduğunda, insanlarla haşırneşirliğini ancak psikolojik sıkıntıları çok çok derinleştiğinde kesintiye uğratmak zorunda kalıyor, sosyalleşmeyi ve çene yarıştırmayı çok seviyor, sivri zekasını, hayal gücünü ve zengin zihinsel altyapısını insan ilişkilerinde mahvedici bir silah olarak kullanabiliyor, entellektüel çevrelerde boy gösterme heveslisi genç hanımlara karşı özellikle tahammülsüzleşip acımasız olabiliyor, yalnızca kadınlarla değil erkeklerle de flört etmeye bayılıyor, nükteli taarruzlarını bazen sarkastik bir hoyratlığın sınırlarına vardırıyor, sürekli müdanasız, hayli dedikoducu, hep şakacı, sohbet sürükleyen, için için umursayan ama bir yandan da (yazdığı kitaplar ya da edebi rekabet mevzu bahis değilse) kolay boşverebilen birine dönüşüyor.

 

 

woolf2

Virginia Woolf, Ethel Smyth ve fiyonk bir dinner party’de.

 

 

E. M. Forster’ın deyişiyle onu “Londra edebi hayatının merkezi” yapan bu bir sonraki dönüşümde, büyümenin payı gözardı edilemez. Ama büyümek, hele ki Virginia Stephen’ın dönemi ve şartlarında kendini her açıdan büyütmek büyük marifet ve iş gücü gerektiriyor. Sanırım Woolf’u Woolf yapmış olan da bu. Ve işte bu noktada daha sonra Bloomsbury diye anılacak topluluk işin içine giriyor.

 

 

Yumurta mı tavuktan, Tavuk mu yumurtadan

 

Virginia Woolf’u Bloomsbury üzerinden anlatmaya soyunan çalışmaların en büyük zaafı, bu topluluğun yazarın hayatına girişini, Virginia Stephen’ı bu  gruba iten saikleri ve sonrasında yaşanan karşılıklı serpilmeyi değerlendirme biçimlerinde sanırım. Stephen kızları da (Virginia ile ablası Vanessa), o vakitler Bloomsbury adını almamış, kendilerine Apostles adını yakıştırmış ukala erkekler grubu da, ilk karşılaşmalarında hayata, sanata ve siyasete dair görüşlerinde gözle görülür bir olgunluğa erişmiş değiller keza. Bu karşılaşmanın yarattığı parıltılar anlıkmış gibi sunulabiliyor. Akıllarda kalan da hep bu oldu. Oysa Quentin Bell’in kitabı bu etkileşimi bir süreç olarak görmemizi sağlıyor. Woolf, o dönemde Londra’nın en elitist sanat ve edebiyat salonunu tek başına varedecek mecalde ve zihinsel yetkinlikte olmadığı gibi, erkeklerden mütevellit bu lafazanlar ekibi de, olanca donanımlarına karşın, yerleşik ilerici fikirlerini savunuyor ve bu arada, kadınlığa ve sanatsal üretime dair yenilikçi görüşleri kendinden menkul bir uçarı ruha el veriyor değiller.

 

Bloomsbury’nin çekirdek kadrosu Apostles, Virginia ve Vanessa Stephen’ın erkek kardeşleri Toby’nin Cambridge’den arkadaşlarıdır. Lytton Strachey, Clive Bell, Walter Lamb, Saxon Sydney-Turner ve Leonard Woolf, sanat, sanat tarihi, eski diller, retorik, şiir, tarih, mantık, matematik ve felsefe konularında Stephen kızlarından esirgenen fiyakalı eğitimi almış, müthiş zekaları ve eleştiri kabiliyetleri sayesinde bu eğitimi fersah fersah aşarak üstüne kuş kondurmuş, Cambridge’de epey sivrilmişlerdir. Kendi aralarında Latince fıkralar anlatıp gülüşen nerdy bir klik o zaman için bile komedinin sınırında duruyor olmalı. Alaycıdırlar, şüphecidirler, cehalet ve zalimlik karşısında elleri ayaklarına dolanacak kadar üst sınıftırlar. Sözlerinde saldırgan, tavırlarında yadırgatıcı olabilirler. Kanaatimce biraz da sümsüktürler. Antikçağ sanatından eşcinsellik üstüne tartışmalarına kadar, onları bir araya getiren her mevzu o dönem için Virginia Stephen’ın çok uzağındadır. Çünkü Virginia, Leslie Stephen’ın kızıdır belki, babası çağının şöhretli bir eleştirmeni, düşünürü ve yayıncısı olarak anılır. Ama olanca agnostizmine rağmen, zengin kütüphanesini kızlarının önüne sermiş olmasına rağmen, Leslie Stephen ucundan yakaladığı Victoria döneminin muhafazakâr yapısına, gelenekçiliğine sıkı sıkıya bağlı biridir ve Virginia da bundan ister istemez payını almıştır. Bu arada, Stephen ailesinin kadın kolları da (meraklı akrabalar, ısrarcı teyzeler), müdahaleci abileri de (kız kardeşlerini yıllarca taciz ettikten sonra kibarlar sınıfından bir kız alan ve ömrünü asilzade olma hevesiyle tüketen George Stephen) Virginia ve Vanessa’ya evlilik baskısı uygulamaktadır. Genç Virginia Stephen, bütün bu toplumsal öcülerden kurtulmak isterken, bir yandan da dönemin ahlâk anlayışını kendisine rağmen benimsemiş biri olarak çıkar karşımıza. İçine işlemiş kurallar, âdetler, yadırgananlar ve incelikli ruhunun, müthiş kurcalayıcı aklının kabul edemediği davranışların kesişimindeki bir cenderede yaşar. “Keşke herkes bana evlenmemi söylemese, insanların kaba tabiatı mı ortaya çıkıyor? Ben bunu iğrenç buluyorum,” diye yazar bir mektubunda. Onun mesleği evlenecek uygun bir koca bulmaktır. Ama zarafetle dans edebilen, balo salonlarında elinde kadehiyle boy gösterip şenlenen biri olmadığı gibi, erkek libidosundan haz etmez ve davet edildiği “kibar” evlerine yanlışlıkla hizmetçi kapısından girecek kadar da sarsak ve umursamazdır. Diğer bütün genç “hanımlar” kendisinden bir gezegen kadar uzaktadır. Virginia Woolf’un, Quentin Bell’in dediği gibi “bu dönemde inanılmaz bir masumiyeti vardır.” Baba evindeki bunaltıcı, acı verici gelenekler kendi kafasını da hayli sıkıştırır çünkü. Ve Apostles’ın kucağı onun için (ve ablası Vanessa için) gerçek bir cennet olur çıkar.

 

Stephen hanımları, annelerinden sonra babalarının da vefatıyla, aradıkları son derece mütevazı özgürlük alanına bu grup içinde kavuştuklarını hissederler. Yine de ilk çarpışma korkutucudur. Özellikle Lytton Strachey’nin konuşma tarzı ve Clive Bell’in entellektüel saldırganlığı dehşete düşürür Virginia’yı. Ama onlarla birlikteyken akşam yemeği için ne giyeceğini düşünmek zorunda değildir, çok sevdiği resimden ve edebiyattan, dinden ve aşktan yalansızca, hilesizce bahsedebilir. Tek istediği budur zaten. Yine de bu kadar yakınında olan insanlardan bazılarının “iffetsiz”, yani “eşcinsel” olabileceği fikri bile, ilk başlarda son derece yadırgatıcı ve sürreel gelir Virginia Stephen’a.

 

Zaman, burada hem Apostles’ın hem de Virginia Stephen’ın lehine işler. Stephen kardeşlerin Bloomsbury’deki evlerinde yapılan sohbetlerle başlayan dostluk, olgunluk çağlarında çok daha farklı biçimler alacak bir ortakyaşarlık haline dönüşür. Virginia Stephen, mahrum bırakıldığı eğitim hayatının tüm referanslarını edinir bu yolla. Babasının kütüphanesinden sonra, yine kendini yiyerek hummalı bir okuma, tartışma ve eleştirme sürecine girer. “İffetsizler”le ciddi ahlâki yanlış gibi görmekten uzaklaştığı ortak dertlerini keşfeder. Çok geçmeden, hem zihni, hem ruhu hem de kalemi çözülür. Öyle ki bir dönem gelir, başlangıçta delice ürktüğü, yanında ağzını açmaktan korktuğu Lytton Strachey, şiir kitabına Virginia’dan olumlama gelmediğinde (koca adam) ağlamaklı olur.

 

 

woolf3

Woolf ile Strachey

 

 

Kapılarını kadınların varlığına (Virginia ve Vanessa Stephen’a) duraksamadan açarak genişlediği dönemde Bloomsbury diye anılmaya başlayan Apostles’a gelince, birçok insan için çok farklı şeyler ifade ettikleri açıktır. Başta siyasi olmak üzere farklı farklı pencerelerden çok çeşitli eleştirilere reva görülebilirler. Ama o dönem için, aralarına sızan kadın damarını, kadın bakışını cinsiyeti dışarıda tutarak dikkatle dinlemiş ve ciddiye almış olmaları onları katıksız kitabi bilginin mahsulü snoblar sınırlamasından çıkarıyor benim için. Umarım burada altını çizmek istediğim şey, bir erkek grubunun kadına el uzatması kapsamında değerlendirilmez. Keza bu alışveriş kadınların da büyüttüğü ve büyüteceğine daha ilk başta cinsiyetlerden bağışık olarak inanılmış bir karşılıklılık. Bu noktada D. H. Lawrence’ın onlarla ilgili “kaynaşan küçük egolar” tanımlamasına hak versem de, grubu bu tanımlamayla sınırlandırmaya gönlüm asla el vermiyor. Söz konusu egolar kadın erkek demeden birbirlerinin acımasız, çatal dilli eleştirmeni olurlar, birbirlerinin öğretmeni ve amansız rakibi olurlar, birbirlerine sürekli hayran ve sürekli gıcık olurlar. Dostluklarının yapıcı olduğu kadar yıpratıcı bir tarafı olduğu su götürmez. Bu uzun ve meşakkatli süreçten de (her birinin yapıtlarındaki, özelde Woolf’un romanlarındaki estetik formları da etkilemiş) müthiş bir yaratıcı enerji açığa çıkar. Aldous Huxley’nin siyasi eleştirilerini de bir başka mecrada can kulağıyla dinleyebilirim. En nihayetinde, Bell’in kitabından sonra da edindiğim fikir, ana ajandası hep life and style yüzölçümünde gösterilmiş bu sümsükler ekibinin kadın özgürlüğünün oluşumunda (kitlesel olmasa da) yalnızca estetik seviyede bile, Woolf’un ağır mevcudiyetinin de etkisiyle, koca bir parmağı olduğu.

 

Yasaksız cinsellik düşüncesi, Victoria döneminin son kalıntılarının toplumsal sözleşmelerine uymayan fikirler, örneğin pasifizm veyahut eşcinsel hakları veyahut sanatta ve edebiyatta kadının varlığının kabulü, sistemli manifestodan azade ve kapalı bir özgürlükçülük içerisinde yeşerse de, bunları kendi içinde tartışmasız kabul etmiş bir züppeler topluluğunun dikkat çekiciliği üzerinden yayılır. Evet, böyle şeyler de oluyor. Hayata ve şeylere ayrımlar üzerinden, temelde çok beylik saptamaların böldüğü üst cephelerden bakmamak gerek. Ya da takım tutar gibi genelgeçer yargılara saplanıp saf tutmak bana epey eril, yıkıcı bir enerji gibi geldiği için şahsi kanaatim bu.

 

woolf4

Woolf çeşitlemeleri

 

 

Bu dönüşümlerin ötesinde, Quentin Bell’in kitabından Virginia Woolf’a dair ilgi çekici birkaç bilgi daha edindim. İflah olmaz antisemitizmine karşın Leonard Woolf’la, hayatında en çok kutsadığı kadim dostu Yahudiyle evlenmiş olması örneğin. Amansız sekterliğine örnek bu tür tutumları bazen sahiden iç gıcıklayıcı ve hüzünlü. Bir de gündeliğe dair olanları var. Bunlar daha ziyade sevimli, biyografide baş karakteri diri tutarken, Woolf’un dillere destan huysuzluğuna da ışık tutuyorlar. Ağız şaplatma meselesi örneğin.

 

“Hapur hupur yemek yiyen ihtiyar kadınları sevmiyorum,” diyor bir mektubunda.

 

Quentin Bell’e yazdığı 1933 tarihli mektupta bunu daha bir açıyor:

 

“Ethel Smyth’in bu kadar itici olmasının sebebi, Nessa’ya (ablası Vanessa) söyle, sofradaki tavırları. Ağzının sularını akıtıyor, kıkırdıyor ve kırmızı burnunu neredeyse peçeteye siliyordu. Sonra kremayı –ah böğürtlenler ne de güzeldi– birasının içine döktü; bir köpekle birlikte yemek yemeyi tercih ederdim. Ama insanlara katil olduğunu söyleyebiliyorsun ama domuz gibi yediklerini söyleyemiyorsun.”

 

Bir de sıcak günlerde arabasına atlayıp kır yollarında dolaşmayı, dağlara bakıp puro tüttürmeyi seven bir Woolf var Quentin Bell’in kitabında. Çocuk sahibi olamadığına delice hayıflanan, şaşırtıcı geliyor ama çocuklarla vakit geçirmeye bayılan bir Woolf. Erkeğin cinsel tutkusundan hiç hoşlanmayan ama fiziksel kusursuzluğa bayılan; boş oturmaktan nefret eden bir Woolf var. Herkesin kendisine güldüğüne ya da bir gün güleceğine, tüm yakınlarının başının belası olduğuna inanan bir Woolf var. Bazen kendisinden, bazen kendisinden çıkarıp kitaplarına kaydettiği mahremiyetinden büyük utanç duyabilen bir yazar var. Yeğenine göre yaşayan ve davranan hali en çok şu heykeldekine benzeyen, alımlı mı alımlı, uzun bacakları dillere destan bir Woolf var.

 

 

Woolf5

 

 

Hayatın mutluluğuna hep katılmak istese de başağrısı, uykusuzluk, depresyon ve kafasında dönüp duran seslerden nefes alamayan bir Woolf var. Genç kızlığından beri belli dönemlerde kafasına üşüşen hayali sesler en çok kitaplarının yayınlandığı günün ertesinde çoğalan, çünkü eleştirilmekten delice ürken bir Woolf var. Dalloway yayınlandığında dünyanın en zeki, en hoyrat kalemlerinin kendisini yerden yere vuracağına inandığı için üşüyen, dehşete kapılan, habisleşen, kendi yaşamasını bizzat engelleyen, halsizleşen, gün boyu yatakta uzanıp tavana bakarak katıla katıla ağlamak isteyen, “hırpalanacağım, bana gülecekler, alay ve eğlence konusu olacağım” diyerek hırpalanan, endişe jeneratörüne dönüşen bir Woolf. Kitaplarının insan içine çıkma arifesinde beyninde Yunanca öten kuşlarla ve VII. Edward’la yaptığı konuşmalarla işkence çeken bir Woolf.

 

Hayata dair tüm bu hasletlerle çırpınışlar fazlasıyla tutkulu gözükebilir. Ama yazı masasının başındaki Virginia Woolf asla “bağırsal” bir yazar olmadı benim için. Kendi kitapları gibi bu yetkin biyografisi de doğruluyor bunu. “Bağırsal” lafını lirik, simgeci, sarkastik, deli ya da tutkusal ya da hülyalı vb gibi, yazarın yarattıklarını hislerin ya da psikolojinin estetik ifadesinde tutuklu bırakan kalıp sıfatların tümüne karşılık olarak uydurdum. Çünkü Woolf, durumlar karşısındaki hezeyanlı bireysel tepkileri ne olursa olsun, iş çalışmaya geldiğinde, sınırları bu sıfatları fersah fersah aşan bir zihinsel donanım ve düşünme gücüyle yazıyordu. Bloomsbury’nin diplomalı entellektüellerine bile toz yutturan erüdisyonu, derin tarih, edebiyat, dil, sanat, estetik ve felsefe bilgisi, yazdıkları üstüne sürekli kafa yormasını, beylik formlardan kaçınmasını, romanı bir atölye gibi düşünerek bu türe dair tasarımlarını sürekli yenilemesini sağlıyordu. Romancı ve eleştirmenin başarısını, Virginia Woolf’un IQ’su ve çılgın muhayyilesinden çok, yazı terbiyesi ve yüklü zihinsel bagajı getirdi.

 

“Bağırsal” lafını bir de tabii doğrudan bağırmak fiilini akla getirdiği için kullandım. Naçizane fikrim, edebiyatta sesini yükseltmek kadar kötüsü yok. Bağırmak, okura giden yolda dertle doluyken bile tonunu yükseltmek yazıya en çok zarar veren şeylerden biri. Her sıkıntısını “bağırarak” dillendirmek, tutkularıyla körebe oynayan bir yazara dönüşmek. Yazarken, can havliyle, kalbinden o an için kopanı, zihninden o an için geçen harikulade düşünceyi, dilinin ucuna geliveren ilk şık sözcüğü seçivermek. Edebiyat için ne fena, ne yıpratıcı bir damar. Virginia Woolf’un romanlarının en çok hayranlık duyduğum ve imrendiğim değişmezi, bu damarı kurutan o yazı terbiyesi.

 

Orlando’yu eğlencesine yazdığı söylenir Woolf’un. Yalnızca şaka için yazılmış bu kitaptan bile gözükapalı seçilecek bir pasaj, yazarken yazıyla derin hesaplaşmanın da, o akıl almaz derin bilginin de zarif bir örneğini verecektir:

 

“Tanrı aşkına, bir metafor daha!” diye bağırdı bu yukarıdakileri düşünerek (Bu da zihninin ne kadar düzensiz ve dolambaçlı işlediğini gösterir ve aşk konusunda bir sonuca varamadan meşe ağacının neden bunca kere yapraklanıp solduğunu açıklar) “ama bunun ne yararı var” diye sorardı kendine. “Neden kısaca, bir iki sözcükle…” ve sonra yarım saat –sakın bu iki buçuk yıl olmasın?- aşkın kısaca bir iki sözcükle nasıl anlatılabileceğini düşünürdü. “Bu benzetme açıkça gerçeğe aykırı” derdi, “çünkü belki çok olağanüstü durumlar dışında, yusufçuklar denizin dibinde yaşamazlar. Ve eğer edebiyat gerçeğin gelini ve yatak arkadaşı değilse, nedir? Hay patlasın!” diye bağırırdı. “Gelin demişken yatak arkadaşına ne gerek var? Neden diyeceğimi açıkça söyleyip orada bırakmıyorum bu işi?” 

Fütursuz bir kendine güvene karşı gerçek yazının edepli mesafesi. V. Woolf içgüdülerinin, ham heyecanlarının kuklası olmayacak kadar sorumlu ve düşünen bir yazardı. Yalnızca o küçük kızın laf ebeliğine tutunsaydı, deliliğini ve dertlerini azizleştiren o gençkıza sığınsaydı bu kadar yaşamazdı.

 

 

 

Konuyla ilgil kaynak önerisi:

 

–      Hunter College’da İngiliz Ed. profesörü Louise Desalvo’nun Virginia Woolf: The Impact of Childhood Sexual Abuse on Her Life and Work başlıklı kitabı, Quentin Bell’in biraz üzerinden geçtiği taciz konusunu derinleştiriyor.

–       Mary Ann Caws’ın Virginia Woolf’u Bloomsbury ve Woolf ilişkisini yazarın kariyeri üzerinden ele alıyor. Topluluğun az rastlanan fotoğrafları ve Woolf portreleri çok güzel.

–       Lettice Ramsay, 1930-1940 yıllarında Londra’nın en önemli fotoğrafçılarından biri. Cambridge’deki stüdyosu Ramsay and Muspratt’ta dönemin en önemli bilim, sanat, edebiyat ve düşünce insanlarının portrelerini çekiyor. Bloomsbury’ye yakınlığıyla da tanınıyor. Bu önemli kadın fotoğrafçının torunu Stephen Burch kuş gözlemcisi ve yusufçuk uzmanı. Bu konuda bir internet sitesi var. Sitesine büyükannesinin çektiği Bloomsbury (grubun çok genişlediği son dönemindeki) portrelerini de eklemiş. Şu linkten bakılabilir: http://www.stephenburch.com/lettice/letticephotos.htm

–       Carrington, ressam Dora Carrington’ın grupla, özelde Lytton’la ilişkisi üstüne iyi bir film. Carrington rolünde Emma Thompson var, Lytton’ı tatlı Jonathan Pryce oynuyor. Şu adresten: http://www.youtube.com/watch?v=tN-kc9Kazjc izlenebilir.

–       Grubun önemli üyelerinden Duncan Grant’in Bloomsbury üstüne Quentin Bell’le sohbetleri, buradan izlenebilir http://www.youtube.com/watch?v=tN-kc9Kazjc

–       Bryony Randall ve Jane Goldman’ın derlediği denemeler toplamı Virginia Woolf in Context, daha akademik, Woolf’un yapıtı ve kültürel, sosyal yaşam tarzıyla 20. yüzyılın kimi açmazları arasındaki (sanatta avangardlık, cinsiyet, ırkçılık, sınıflararası çatışma, savaş vb.) paralellikleri ele alıyor

–        Lytton Strachey çok ilginç bir figür. Daha yakından tanımak için Michael Holroyd’un Lytton Strachey: The New Biography’si var.

–       Bloomsbury uzmanı S. P. Rosenbaum’un The Bloomsbury Group: A Collection of Memoirs and Commentary adlı çalışması grubun geçirdiği dönüşümlere ve üyelerine yakından bakıyor.

 

 

Yazıdaki fotoğraflar

 

–        awritersruminations.tumblr.com

–       http://www.brooklynmuseum.org/eascfa/dinner_party/place_settings/image.php?i=35&image=645&b=bio

–       http://blogs.law.harvard.edu/houghton/2011/08/02/new-on-oasis-in-august-2/

–       http://www.rosamiddleton.com/The-Bloomsbury-Group

–      https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Virginia_Woolf,_Tavistock_Square,_London.JPG

 

 

Ana görsel: http://www.npg.org.uk/collections/search/portraitLarge/mw88866/Virginia-Woolf-ne-Stephen?LinkID=mp04923&role=sit&rNo=19

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YDraper’ın Betonlaşmış Gülümsemesi ve Hemen Her Şeyin Kulbu Olarak Edebiyat
Draper’ın Betonlaşmış Gülümsemesi ve Hemen Her Şeyin Kulbu Olarak Edebiyat

Hüdai nabit ot gibi Madison’ın reklam aleminde bitivermiş Don Draper neden öyle gülüyordu hep?

YAZI

YBir Gün Hepimiz CEO Olacağız
Bir Gün Hepimiz CEO Olacağız

Kazanmak nedir? Başarının tanımı bizim için nedir ve bu tanım sağlıklı ise yine sağlıklı bir biçimde nasıl elde edilebilir?

MEYDAN

YJulia Kristeva: “Çiçekler için teşekkürler ama nedir anne dediğimiz?”
Julia Kristeva: “Çiçekler için teşekkürler ama nedir anne dediğimiz?”

"Seküler toplumumuz annelik çilesine dair söylem geliştirememiş tek uygarlık mı olacak acaba?"

SANAT

YID:LA, Bir Kent Stüdyosundan Fotoğraflar
ID:LA, Bir Kent Stüdyosundan Fotoğraflar

Ayşe Ulay’ın ID:LA serisi, kent tarihçesine, kentin birikimine, kentin değişen ya da değişmeye yargılı görünümlerine bakarken, öncelikle böylesi karşılaştırmalı bir bakış açısından muaf ve insansız bir yaklaşım benimsiyor.

Bir de bunlar var

Siz Bizsiniz, Biz de Siz: Trans X İstanbul
Alt edilmişliğe karşı: dilin içinde mırıltı
Sinemanın Gizli Akrabası: İğne İşi

Pin It on Pinterest