İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmedik, zira o siyasi iktidarlar, yasakoyucular tarafından “bildirilen” bir metin olduğu kadar, istisnaî bedellerle ele geçirilen bir hak metnidir de.

MEYDAN

Vazgeçmiyoruz!

Başlarken: İstanbul Sözleşmesi Verildi mi?

 

Gerek uluslararası gerek yerel düzeyde insan haklarına ilişkin hiçbir metin siyasi iktidarlar tarafından bir lütuf olarak sunulmadı. Bilakis, haklardan mahrum olanların gösterdiği gayretler, verdikleri çetin mücadeleler neticesinde haklar ve özgürlükler adeta çekip alındı. Tam da bu yüzden mülteci hakları, işçi hakları, mahpusların hakları vs. tartışma konusu. İşte bu yüzden kadın ve LGBTİ+ hakları bu kadar gündemde.

 

İstanbul Sözleşmesi yolculuğu da insan haklarının uluslararası sahada korunması ve geliştirilmesi sürecinde erkek egemenliğinin kuvvetli tesirinin olmasına yönelik kadınların eleştirileri ve mücadeleleriyle beraber hız kazandı.  AİHM eleştirilen kurumlar arasındaydı.  Mahkeme’nin bir takım içtihatlar geliştirmek suretiyle eleştirilere karşılık vermesi için sadece zaman geçmesi kâfi gelmemişti. Şiddet görmemiz, mesela Nahide Opuz’un annesi (Bkz. Opuz v. Turkey, 33401/02, 9 June 2009) gibi öldürülmemiz, tepkilerimizi türlü yolla dile getirmemiz icap etmişti.  Bugün İstanbul Sözleşmesi’nde açıkça belirtilen erkek şiddetinin cinsiyet ayrımcılığından kaynaklandığı ve bu yüzden cinsiyet eşitliği için mücadelenin şiddete karşı mücadelede temel rol oynadığı hususu –CEDAW’a da atıfla- bu aşamada içtihat hukukunda yerini bulmuştu. Ancak bu da kâfi gelmedi; Avrupa çapında erkek şiddetine odaklanmış bir metin ihtiyacı gündeme getirilmeye devam edildi. Nihayet ve onca mücadelenin, birikimin, tepkinin, şikâyetin, hak ihlalinin neticesinde, 2014 yılında İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdi, daha doğrusu alındı.

 

Eni sonu mahrumuz haklarımızdan, öldürülmekteyiz, adalet arayışımız mahkeme salonlarından sokaklara devam ediyor elbette, fakat yasa uygulayıcıların ağzından ve kaleminden bol döküm ceza indiriminden başkaca bir şey pek de çıkmıyor. Erkek egemen güç ilişkilerinden, eril tahakkümden bağımsız bir hukuk ve yargı mefhumu düşünmek bile zor. Haliyle İstanbul Sözleşmesi’ne ihtiyacımız vardı, var. Bu yüzden bize, kadınlara, LGBTİ+’lara daha önce elde ettiğimiz haklar gibi Sözleşme’deki haklar da verilmedi ki geri alınsın ve/veya fesh edilsin.

 

Ancak meselenin öbür suretinde yine de bize “bildirilen”, “yürülüğe konan”, devletlerce “imzalanan”, hâl böyleyken bağrında kendi askıya alınışını taşıyan bir hukuk metni mevzu bahis. Bu İstanbul Sözleşme’siyle, onun muhtevasıyla değil, “hukukun başka araçlarla siyaset” ve/veya “siyasetin başka araçlarla hukuk” oluşuyla, “bildirim”le, yürülüğe konuluyor olmayla alakası var. Bize bu sözleşmeyi ve tüm diğer haklara ve özgürlüklere dair metinleri sanki lütfediyormuşçasına bahşeden, aslında bildiren siyasi iktidarlar bir gecede, apar topar verilen bir kararla elde ettiğimizi “çekip alabiliyorlar”. Meclisin oy birliğiyle kabul ettiği bir sözleşmeden, tek bir kişinin imzasıyla, istisnaî bir uygulamayla geri çekilinebiliniyor. İstisnaî bir uygulama, zira hukuk/Anayasa ayan şekilde askıya alınmış oldu; bakınız Anayasa madde 90 ve 104, bakınız idarenin işlemlerinde kamu yararı ilkesi.

 

Bu bize aslında şunu da gösteriyor; Agamben- Benjamin’den feyz alarak- istisnanın “kural”a dönüştüğünü iddia ederken haklıydı. Günümüz nekrosiyaset ortamında, kadınların yaşam hakkıyla doğrudan alakalı bir metin olağanüstü hâl falan ilan etmeden, anayasa değişikliğine de gidilmeden hukuksuzluğu aşikâr bir “karar”la yok hükmünde sayıldı ve sayılıyor. Sözleşme’nin koruduğu kesimlere bir nevi “siz ölebilirsiniz, yaşam hakkınız ilk bakışta var, fakat bu hakka sahip olma hakkınızı ben hiçe sayıyorum” demek suretiyle bu kesimler istisnai bir eşiğe fırlatılmış veya kapatılmış oluyor.

 

 

Kadınların da Kendi “İstisna Hâli” Var

 

Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine” yazdığı meşhur tezlerde içinde yaşadığımız çağın istisnanın kurala dönüştüğü çağ olduğunu da söyüyor ve fakat bir de gerçek istisna hâli yaratma diye bir görevi de işaret ediyor. Benjamin’in bahsini ettiği bu görev daimi nitelikte, zira imkânlar ve buna bağlı bir imkansızlık var ortada. Ve hâliyle yaratılacak olduğu gibi, yaratılmış ve yaratılmakta. “Başlarken” ifade etmeye çalıştığım, hakları ve haliyle “İstanbul Sözleşmesi”ni o sözleşme metnine en çok ihtiyaç duyanların çekip alması yolculuğunun kendisi istisna hâl(ler)inden müteşekkil demekte beis olmasa gerek. Yasa metni denilen farklı performatif kullanımlara gayet açık. Tüm o soyut, genel niteliğine, yukarıdan aşağı oluşuna karşın hukuk uğruna verilen mücadele her bir tekrarın yeni bir tesir yaratmasıyla alakalı.

 

Başa döneyim… Evet, İstanbul Sözleşmesi de her hukuk metni gibi başından itibaren zaten askıya alınışını içinde taşır, üstelik –kadınların gayretleriyle yaşanan birkaç istisnaî emsal bir tarafa- neredeyse hiç uygulanmayan bir sözleşme olarak da ilk imzacı Türkiye Devleti tarafından yıkıntı haline getirildi. Adli görevlilerin mühim bir bölümünün umursamadığı bir metin söz konusuydu. Bir sözleşmeyi imzalamakla ve oy birliğiyle, güle oynaya, reklamını yapa yapa kabul etmekle onu hayata geçirmenin aynı şey olmadığını, yani metinle, retorikle hayatların, yasa önündeki bir kadının, hele de trans, mülteci, yoksul vs. bir kadının hayatının bambaşka işlediğini bu metin daha geri çekilinmeden de ayan şekilde gösterdi. Ancak biz kadınlar, yani muhataplar, sözleşmenin “(H)hakiki” sahipleri tarihin karşımıza neler çıkaracağını bilmeden o dar kapıların önüne çıktık. Bazen muzaffer bile olduk, kapıları kendimiz kapatarak açtık veya açarak kapattık. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmedik, zira o siyasi iktidarlar, yasakoyucular tarafından “bildirilen” bir metin olduğu kadar, istisnaî bedellerle ele geçirilen bir hak metnidir de.

 

“Umutsuz olma cesareti”ni kuşanmış bir halde çaldığımız kapılardan biri de Danıştay oldu. Bugün yarın nihayete erecek davalar açıldı. Bir mahkeme salonundan ziyade genişçe bir tiyatro salonunu andıran ve belki de bu yüzden mahkemeye daha çok benzeyen bir mekânda, daha çok kadınlardan müteşekkil, türlü şehirlerden gelmiş kişiler olarak “sahne”ye çıktık.  “İmkansız bir aşk”ın peşinde, “adalet aşkı”yla, İstanbul Sözleşmesi’ne duyulan aşkla tartışmalar yürütüldü. Zaten uygulanmayan bir sözleşmenin feshi kararının iptali için taleplerde bulunuldu. Hâkimler “hukuki” karar vermeye davet edildi. Hatta hâkimleri ziyadesiyle “hukuki” hukuksuz bir “tek adam” kararıyla alakalı kahraman olmaya çağırdık. Bunun ne kadar zor olduğunu bile bile… Danıştay işin sonunda iptal kararı verse dahi Sözleşme’nin ne kadarının uygulanıp uygulanmayacağını az- çok tahmin ede ede…

 

Bu performans gösterildi, yasanın, Danıştay’ın önüne bir hayli de kalabalık şekilde çıkıldı ve kadınlar Danıştay’ı hukuka uygun karar vermeye davet ettiler. Hoşgörü dilenmek değil mevzu bahis olan: Celp tersine çevrildi. Ve hep şu söylendi ne karar verildiyse verildi ve ne karar verilirse verilsin: Sözleşmeden vazgeçmiyoruz. Kadınların istisna hâli, “gerçek istisna hâli”.

 

 

“Sahne”

 

Duruşmalar boyunca pek çok defa Sözleşme’nin, başkaca sözleşmelerin, Anayasa’nın alakalı maddeleri ifade edildi. Bir başka ifadeyle, aynı şeyler her seferinde “başka” şekilde, yeniden dile geldi. Hatta bir ara avukatlardan Hülya Gülbahar sağ elinde küçük bir Anayasa kitapçığı, sol elinde mikrofon, kitapçığı havaya kaldırıp, sayfaları çevire çevire, tek tek Anayasa maddelerine değindi. Bunu yapması icap etmişti, zira Cumhurbaşkanlığının yetkilendirdiği “davalı” taraf da aynı Anayasa’dan bahsediyordu. Dünyadan emsaller gösterip, Sözleşme’den geri çekilmek adına Cumhurbaşkanı’nın ne kadar da yetkili olduğunu anlatıyordu. Hatta davacı tarafları okumamakla, bilmemekle suçluyordu. Danıştay savcısının mütaalası, alkışlar, kapanış.

 

Sözler, yorumlar, dilekçeler, talepler… Adalete susamışlık. Biri çıkıp şöyle söyledi: “Acılarımızın küçümsenmesine tahammülümüz yok.” Diğeri çıktı sordu: “Bir insan hayatının diğer insanlarınki kadar değerli olduğunu ispatlamak zorunda bırakılabilir mi?” Bunlar sadece söylenen şeyler de değildi. Buz gibi bir mahkeme salonununda, o sahnede ağlamalı, gülmeli 4 duruşma görüldü. Tek tek her birimizin üzerinde kalıcı bir tesir, iz bıraktı bunlar.

 

İkinci duruşmaya ölen yakınlarının fotoğraflarıyla gelen kişiler vardı ki aynı davanın başka duruşmasında vurgulandığı gibi LGBTİ+’ların peşlerine düşecek bir ailesi bile kalmamış oluyordu. Bir dava sırasında ayrılan zamanın kısıtlılığı içinde her birinin hikâyesi avukatları tarafından tek tek anlatıldı. Dile de yasa metinlerine de girmeyen şey tek tek geldi boğazımızda düğüm oldu, belki gözlerimizi doldurdu. Neticede adeta bir “kadın mezarlığı”nda yaşayan “kadın”lardık. Sonraki duruşmada da öldürülen kadınların isimleri ayakta dinlendi, beraberce. Neticede kadın dayanışması iyi ki vardı ve bu dayanışma aynı zamanda yas kardeşliğiydi, maalesef.

 

Sera Kadıgil, İstanbul Sözleşmesi’ni kabul eden TBMM’nin bir kadın milletvekili, aynı zamanda hukukçu cumhurbaşkanından bahsetmeye başlayınca, mahkeme başkanı uyardı. Cumhurbaşkanının kişiliği üzerinden konuşmaması gerektiğini belirtti. Seyirci bölümünün/sahnenin arkasından biri seslendi: “O bize diyor ama. Kadıgil devam etti: “O bize sürtük diyor ama.” Sonra: Alkışlar, gülümsemeler, hatta kahkahalar. İstanbul Sözleşmesi’nin geri çekilmesi kararı gibi, bir cumhurbaşkanının “sürtük” söylemi de kurbanlaştırma ayartısına kaçmadan kadınlar tarafından böylece alınmış, evrilip çevrilmiş, artık başka bir şeye dönüşmüştü: Alkışlar, gülümsemeler, hatta kahkahalara. Soğuk, duygusuz mahkeme salonunda afallatan bir söylem, ardından jestler, mimikler, gürültü, ses vb..

 

Nitekim ilk duruşmada da Danıştay hâkimlerinin ısrarla maske takması gündeme gelmişti. Candan Dumrul’un da dediği gibi; Cumhurbaşkanı kararıyla maske takma zorunluluğu kaldırılsa da bu kararın kendisini korumadığını düşünüyor olacaklar ki hâkimler maske takmıştı. İşte Sözleşme’nin “koruduğu” muhataplar da benzer bir mantıkla Sözleşme’den usule uygun olarak geri çekilinse dahi bu geri çekilme işleminde nasıl bir kamu yararı olabileceği sorusunu soruyorlardı. Usul kuralları ne derse desin, “yetkili” olsun olmasın birileri ne karar verirse versin, maske takmaya devam ediliyor ve Sözleşme’den vazgeçilmiyordu. Feminist aktivizm, o anda, orada, hukukun içinde ve bu bahisle dışında paradoksal bir tecrübe olarak hayat buldu, buluyor, bulacak.

 

 

Bitirirken: Adalet Aşkına Kadın Dayanışması

 

Razı olunamıyordu. Bizzat hayat memat meselesi olan, bizim olan bu metnin alınmasın razı olunamıyordu, olunamıyor. Mahkeme önünde “yakın zamanda zeytinleri yaşattınız kadınları da yaşatın” diyenler, aynı zamanda karar ne olursa olsun vazgeçmeyeceklerini türlü, hukukî/istisnaî yollarla “ifade” ediyorlar. Yasanın önündeki “kadın(lar)” göz göze bile gelemediği yasanın kapısını bizzat ve mecburen kendisi “pat” diye kapatıyor açarak… Bir nevi kaydırma işlemi. Kim etken, kim edilgen, kim karar verici kim tabii olacak, muamma. Siyasi sahne, haliyle hukuki sahne yeniden ve yeniden bozuluyor, ister istemez, kadınlar konuşuyor ve konuşma tabiatı icabı galeyana geliyor, taşıyor, sığmıyor, her seferinde tekil bir tecrübe olarak tecessüm ediyor. Boşluk doluluk gibi, sessizlik bile gürültü çıkarıyor, hayaletler musallat olmuş, gelecek için geçmiş “orada”, sadece İstanbul Sözleşmesi uğruna değil, adalet aşkına eyleniyor, vazgeçilmiyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Tahir Elçi’ye Veda
Kadınların Evlilik Sonrası Soyadı Değişikliğine İlişkin Tutumları
Annemin Maskesi, Sakladığı Çehresi

Pin It on Pinterest