“Deniz bugün dalgalanır mı, dalgalanırsa boğulur muyum? Ben dubalara kadar yüzmek istemiyorum belki görmediğimiz kocaman bir balık alttan bizi takip ediyordur değil mi?”

SANAT

Varyasyonlar

Bir pazar sabahı, kulaklıklarımda Amalia Rodrigues’in sesiyle, saat sekize doğru gökyüzü çok bulutluyken dışarı çıktım. Kumsala inip, yazlıkçılardan boşalan tahta şezlonglardan birine oturdum. Benim dışımda sadece, balıkçıların bıraktığı ekmek parçalarını didikleyen kargalar vardı. Ufka baktığımda, denize doğru dimdik iniyormuş izlenimi veren kapkara bulutların hizasında ama çok ötesinde bir kaç büyük gemi bekliyordu.

 

image1

 

Denize inen bu kapkara bulutların tepesinde, delinmiş bir kumaş parçasını andıran gökyüzünde cılız bir ışık huzmesi denizin sadece bir kısmını aydınlatabiliyordu. Benim durduğum yerden denizin geri kalanı gümüşümsü koyu bir mavilikteydi. O tahta şezlongun üzerinde oturduğum yarım saat boyunca, aralıklarla ışık huzmesinin yayıldığı yeri ortalayarak denizin fotoğraflarını çektim. Bulutların kısa sürede konum değiştirmesiyle denizin üzerine yayılan ışığın yarattığı renk değişimini kaydetmek istedim. Işığın, bulutların arasından sıyrılıp, denizin tamamına yayılması neredeyse yarım saati aldı.

 

image2

 

image3

 

image4

 

Aklıma yönetmen Mike Leigh’in İngiliz romantik manzara ressamı Joseph Mallord William Turner’ın hayatını anlatan Mr. Turner filmi geldi. Leigh filmin farklı sahnelerinde, William Turner’ın hiç bitmeyen bir merakla denizi ve denizde batmamak için çırpınan büyük gemileri defalarca nasıl resmettiğini gösteriyordu. Bulutların her gün aldıkları şekilleri, dizilişleri ve ışığın yüzeye farklı açılardan yansıyışlarının her biri, Turner için farklı bir resim olmayı hak eden büyüleyici görüntülerdi. Şezlongda otururken, gün boyunca tepemizde gerçekleşen yağmur, fırtına, sis ve hatta güneşin doğuşu veya batışının hiçbir zaman tamamen aynı olmadığını düşündüm. Belki de, Turner ve daha bir çok manzara ressamının amacı, insanların günlük koşuşturmaları sırasında çok fazla ilgilenmedikleri ama her an farklı bir şekilde gerçekleşmeye devam eden doğa olaylarını kaydetmekti.

 

Filmin bir sahnesinde, yaşlı ressam William Turner, yeni açılan bir fotoğraf stüdyosundan içeri girer. Fotoğraf makinasını uzaktan incelerken, ilgili ama huzursuz bakışları, kendisinden çok daha hızlı ve kolay bir şekilde doğanın her anını kayıt altına alan bu yeni icada karşı hissettiği kıskançlığını ele verir.

 

image5

 

Fotoğrafı çeken stüdyo sahibi Amerikalı, bir keresinde Niagara şelalelerinde yağan yağmurun ardından ortaya çıkan gökkuşağının fotoğrafını nasıl çektiğini anlattığında, Turner ona “Büyük Niagara Şelaleleri mi? Sizi kıskanıyorum beyefendi” diye cevap verir.

 

image6

 

image7

 

Bir yandan Turner’ı düşünmeye dalmışken, gözlerimi bulutların çekilmesiyle birlikte yoğun ışıkla parlayan denizden uzaklaştırmamaya çalıştım. Saat neredeyse sekiz buçuktu. Kumsalda artık kargaların dışında koşuşturan bir kaç köpek de vardı. Kendime fotoğraf makinam olmasaydı gördüklerimi kaydetmek için ne yapacağımı sordum.

 

Fotoğraf makinası icad edilmeden önce, çizim yeteneği olmayan insanların ellerinde, tanık oldukları doğa olaylarını hafızalarında tutabilmeleri ve başkalarıyla paylaşabilmeleri için olan tek şeyin kelimeler olduğunu düşündüm.

 

Kelimeler, azılı dalgaları, denizin parlayan maviliğini, fırtınayla kararıp aldığı gümüş rengini gözümüzün önüne bir çırpıda getirebilecek kadar güçlüler. Bunu düşünürken aklıma Moby Dick geldi. Çocukluğumdan bu yana okuduğum hiç bir kitapta deniz, kafamda Melville’in anlattığı kadar gerçek ve aynı zamanda korkutucu bir şekilde canlanmamıştı.

 

“İnsanı şaşkına çeviren, ürküten bir sahneydi bu: Güçlü denizin geniş kabartıları; uçsuz bucaksız bir meydanda yuvarlanan dev gülleleri andıran dalgaların, sandal bordalarında çıkardığı boğuk uğultular; keskin bir dalganın sırtında, nerdeyse ikiye biçilecekmiş gibi, sandalın bir an durup bekleyişi; sonra birden suların uçurumuna derin derin dalıverişi; karşı tepenin sırtına çıkabilmek için, sandalların yeniden mahmuza, kamçıya davranışları; yeniden, öbür yamaçtan aşağı kızakla kayar gibi, dikine kaymaları…”

 

1987’de Mina Urgan ve Sabahattin Eyüpoğlu’nun çevirisiyle, Cem Yayınları tarafından basılan bu kitabı ilk elime aldığımda sene 1994’tü. Kitabı, denizin çocukluk rutinimi büyük ölçüde belirlediği bir yaz tatilinde Bodrum’da okumaya başlamıştım. Dördüncü sınıfı bitirmiş olmanın gururuyla, roman seçimlerimde kendimi zorlayarak, belki anneme belki de arkadaşlarıma bir şeyler kanıtlamaya çalışıyordum. Kimseye alay konusu olmamak için herkesten saklamış olsam bile, Moby Dick’in beni çok tedirgin ettiğini anımsıyorum. Her sabah uyanır uyanmaz, sitenin gün boyu güneşten kavrulan taş merdivenlerinden koşarak aşağı inip, kendimi içine atmak için sabırsızlandığım deniz, birden beni korkutur olmuştu. Benden beş altı yaş büyük kuzenime sürekli: “Deniz bugün dalgalanır mı, dalgalanırsa boğulur muyum? Ben dubalara kadar yüzmek istemiyorum belki görmediğimiz kocaman bir balık alttan bizi takip ediyordur değil mi?” gibi garip şeyler sormaya başlamıştım. Kuzenim bendeki alışık olmadığı deniz korkusunun sebebini kendince kısa sürede buldu. Beni denizden uzaklaştıran ve korkutan, sitede o sene arkadaş olduğum benden iki yaş büyük çocuğun anlattığı garip hikayelerdi. Bir öğleden sonra çocuğu yakalayıp onu bir güzel azarladı. Halbuki deniz korkumun tek sebebi, inatla her öğleden sonra kumsaldan eve döner dönmez uyumadan evvel okumaya devam ettiğim Melville’in korkutucu ve sihirli kelimeleriydi.

 

Bugün karşımda duran denize dair anımsadığım bütün bu hisler, bana bir kez daha kelimelerin görüntüler kadar, hatta çoğu zaman onlardan çok daha etkili ve büyüleyici olabileceklerini hatırlattı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Silvina Ocampo

Öykülerinde yarattığı, birçokları tarafından fazla tuhaf ve grotesk bulunan dünyasının, etrafındaki tüm yazarlardan ne kadar farklı olduğunu ve ismini, onunla aynı dönemde ve coğrafyada yaşamış yazarlarınkiyle yan yana getirmenin neredeyse imkânsız olduğunu fark ettim.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Elena Poniatowska

Poniatowska bugün hâlâ Mexico City’de San Ángel mahallesindeki evinde yeni yazılar yazmaya ve son romanı üzerinde çalışmaya devam ediyor.

SANAT

YLatin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart
Latin Amerika’nın Kadın Yazarları: Hebe Uhart

İnsanların günlük rutinlerini, bu insanlara eşlik eden evcil hayvanların davranışlarını, eşyaları merak eden bir yazar.

SANAT

YBenim Büyüleyici Dostum Nil
Benim Büyüleyici Dostum Nil

Bir sabah mutfak masasında kahvemi içerken kendimi çocukluğumda beni en çok etkileyen kız arkadaşım üzerine düşünürken buldum.

Bir de bunlar var

Jay Z ve Kanye West: Baba, Oğul, Saint Laurent
Siz Mesafesi
Hadi Ben Kaçtım Çantaları VI: Göç

Pin It on Pinterest