"Halk denen bu gözsüz canavarın, kaptansız vapurun, tanıksız hikâyenin, babasız kızın birbirleriyle tam anlamıyla örtüşmeksizin, hatta belki bu sayede gittikçe boyutlanan anlamlara geldiğini, gelebildiğini düşündüm."

SANAT

Vapurun İskeleden Kalkışını Gören (II)

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

***

 

 

(Geçen haftanın devamı)

 

 

Beşiktaş Meydanı’nda otobüsten indiğimde vapurun kalkmasına sadece dört dakika kalmıştı, yine de ısrar edeceğim tuttu, Akaretler yönünde koşmaya başladım. Günler uzadığından olacak, duraklarda dolmuş, otobüs bekleyen, kaldırımlara sığmayıp yollara taşan yorgun akşam kalabalığı bir iş çıkışının değil de başlamasına ramak kalmış bir yaz akşamı eğlencesinin mutlu, tembel insanları gibi göründü bana. Aralarından zikzaklar çizerek, telaşımı dizginlemeye çalışarak geçtim. Trafik ışıklarından karşıya geçmeyi nihayet başardığımda vapurun iskeleden uzaklaştığını gördüm. 

 

Otelin duvarının boylu boyunca uzandığı kaldırımda hep yaptığım gibi hızlı hızlı yürüdüm. Yolun öbür tarafında, eskiden otobüs durağının olduğu yerde (çınarların ve taş duvarın gölgesinde nispeten sakin, serin, çok yapraklı bir duraktı), şimdi, önlerinde çift sıra bariyerle dört polis otobüsü vardı. Cumhurbaşkanlığı çalışma ofisinin kapalı kapılarının önünde de yine birkaç ağır silahlı (belki de hafiftiler, bilemiyorum) polis duruyordu. Yine en iyisi otelin kaldırımında da duraklamamak (otelin güvenliği de nedense tedirgin ediyordu), bir sonraki vapur gelinceye dek iskelenin girişinde bir köşeye çekilmekti. 

 

Yolcu çıkış kapısının az ilerisindeki parmaklıklara yaslandım.  Kitabı açtım, kaldığım sayfayı buldum, adsız anlatıcı, ablası ve annesiyle birlikte Abbasağa Mahallesi’ndeki daracık evinden çıktı, bulunduğum yere, Hayrettin İskelesi’ne, deniz havası almaya indi. Vapur son seferini yapmış, iskeleye bağlamıştı. Anne sırtını denize dönmüş, evden getirdiği tabureye oturup hırka örmeye (başkalarına hırka, kazak örerek para kazanıyordu) koyulmuştu. Abla, başka bir çocukla oyuna dalmıştı. Anlatıcı denize bakıyordu ve derken, deniz titremeye başlıyordu.  

 

Birden anlatıcı sesin hikâyenin bu kısmında ilginç manevralar yaptığını fark ettim ve yeniden ikinci kısmın başına döndüm. Anlatıcı görmediği, hatta göremeyeceği şeyleri, mesela  dinlenmeye bırakılmış vapurun içindeki cankurtaran simitlerinin tavandan nasıl sarktığını, o sırada çoktan evine dönmüş olması gereken süvarinin rakı içmeye koyulduğunu, davlumbazda ve vapurun salonlarında kimseciklerin olmadığını anlatıyordu. Derken bu resmin içine annesi ve ablasıyla birlikte kendisi giriyordu ve bu noktadan sonra bizzat gördüğü ya da zaten bildiği şeyleri anlatarak ilerliyordu. Pasaj boyunca hemen hemen her cümle, bazen kulağa tuhaf gelmek pahasına, geniş zaman kipindeydi: “gezmeye çıkmışızdır”, “babam hiç yanımızda olmaz”, “ablam kabak çekirdeği yer”, “ben denize bakarım.” Yazar, denizin titremeye başladığı âna dek anlattığı her şeyin geniş zamanın uyandırdığı tekdüzelik, olağanlık içinde algılanmasında ısrar ediyordu. Ve böylece vapurun bu tekdüzeliğe ilk müdahalesi, yüklemdeki ani kip değişikliğiyle dilde de gerçekleşiyordu: “… titremeye başladı deniz.” Hikâye burada geniş zamandan çıkıp görülen geçmiş zamana, yani söylenen her şeyin bir tanığının da olduğu hikâye zamanına geçiş yapıyordu.  

 

Hikâyenin gerçekten başladığı ânın denizin titremeye başladığı ve anlatıcının, kimseler ona aldırmayacak olsa da, buna tanık olduğu an olduğuna karar verdim. 

 

Bu aynı zamanda vapurun gerçek anlamda ortaya çıktığı andı. 

 

Hayatın da hikâyenin de alışılagelmiş, kanıksanmış seyrine ilk müdahale bu anda gerçekleşiyordu. 

 

Gerçi anlatıcı vapuru kıyıya bağlayan palamarın nasıl çözüldüğünü görememişti, yani bu başlangıcı önceleyen ve onu mümkün kılan gerçek başlangıç (ne demekse bu) sonsuza dek kayıptı. Ama palamar çözülmüştü işte, bu kesindi ve vapur iskeleden ayrılmıştı.  

 

Zaten inanılır ve inanılmaz, olağan ve olağandışı arasındaki ayrım da bu andan sonra önemini iyice yitiriyordu.  

 

Deniz titremeye başlıyordu, vapur ileri doğru ani bir hareket yapıp sonra geri geliyordu, derken bütün fenerlerini yakıyordu, ondan sonra da havaya sıçrayıp denizi zangırdatarak yerine oturuyordu.  

 

Bir hikâyenin neleri mümkünmüş gibi gösterebileceğini, bizi bir çırpıda nelere ikna edebileceğini, hatta tek başına tahayyülün (mesela halk adına bir isyan başlatacak, kaptanına değil yolcularına düşkün, üstüne üstlük kaptansız bir vapurun hayal edilmesinin) içimizde neleri tetikleyip hayata geçirebileceğini bir daha hatırlayarak ürperdim. Çok güçlü bir şeydi bu ve güçlü her şey gibi iki uçluydu, yani tehlikeliydi de.  

 

Kadıköy’den gelen vapur uzakta göründü. Akşamın alacasında renklerin nasıl da aniden derinleşebildiklerini bir kez daha şaşırarak fark ettim. Laciverte dönmüş, aydınlık bir göğün altındaydık, deniz gölgelerle doluydu. İskele binasının önü biraz kalabalıktı artık. Kitabı katlayıp tek sayfa hâline getirdim ve burnumun hizasında kaldırdım.

 

Leylâ Erbil, vapurun iskeleden kalkışını gördüğünü iddia eden güvenilmez anlatıcılar meselesini vapur Sarayburnu’yla Kavaklar arasında mekik dokumaya başladıktan sonra bir çevrimi kapatır gibi kapatıyor, hikâyenin üçüncü kısmında başka bir soruyu öne çıkarıyordu: Vapurun kaptanı nerede? Neden ortaya çıkıp vapurum nerede demiyor? Derken bu yokluk etrafında sorulan, bir bakıma yokluğun şeklini çizmeye çalışan sorulara bir yokluk daha ekleyip meseleyi anlatıcı üzerinden daha da boyutlandırmaya başlıyordu. Anlatıcının babası da kaptandı, o da hiç ortalıkta görünmüyordu, var olduğuna dair tek emare ara ara eve gelen şişkin zarflardaki mektuplardı. Boğaziçi vapurlarının adlarından, numaralarından önce kaptanlarıyla ve kaptanlarına bağlılıklarıyla anıldığı uzunca bir paragrafı beni ilk anda afallatan, ama hemen sonra başımı öne arkaya sallayarak gülümsememe neden olan bir soruyla bitiriyordu: “Babam neredeydi benim?” 

 

Böylece tanıksız olay, kaptansız vapur, babasız kız arasında, ilk bakışta bir bulmacaymış izlenimi veren, ama biraz dikkat edildiğinde çözülüp açıklığa kavuşturulmaya sağlam bir direnç gösteren bir bağlantının varlığını ima etmiş oluyordu. Peki ama neden yapıyordu bunu? 

 

Bir vapurun kaptanı olmadan iskeleden ayrılması gerçekten olacak iş değildi, ama hikâyedeki vapur bunu yapmıştı. Bir olayın tanığı yoksa o olayın olup olmadığından şüphe edilirdi, ama bu hikâye tanıksız başlayabilmişti. Peki ama babasız bir kızla ilgili nasıl bir mesele olabilirdi ki? Acaba yazar kaptanlık mefhumuyla önderlik arasında bir bağ kurmamızı mı istiyordu? Bir halk hareketinin öndersiz de gerçekleşebileceğini, hatta, kim bilir, öyle olmasının daha iyi olabileceğini mi ima ediyordu? Bu durumda babasız bir kızın (reissiz bir ailenin kızının) da güçsüz, kılavuzsuz değil, tam aksine, başına buyruk ve inatçı olduğu ölçüde güçlü, hatta ola ki hikâyedeki vapur kadar hür ve mağrur-

 

Aa, yok canım, dedim başkalarının da duyabileceği bir sesle, aşırıya kaçıyordum, yazar ya da hikâye, neyse işte, neden bunu ima etsin ki? İyi ama peki neden bu bağlantıyı ima edecek şekilde örgütlenmişti metin? Bu bağlantı neden açıklığa kavuşturulmaya direnç gösteren türdendi? Neyse ne, dedim, bir an, belki de hikâye biraz kötü yazılmıştı, o kadar. Ama bir yandan da yanıt bulamamanın beni içten içe sinirlendirdiğini fark ediyordum. Çünkü aynı soruyu sorup duruyordum: Neden bu ima? Sorunun dümenini başka bir yöne kırmam gerekirdi. Biraz da yorulmuştum galiba. 

 

Birden hikâyeye dair sönük bir imge çaktı zihnimde. Hemen hikâyenin son sayfasını açtım ve her biri bir paragraf olan kısa cümlelere göz gezdirdim. Kesinlikle orada değildi. Bir sayfa öncesine geldim, hikâyenin yedinci kısmının sonuna, kıvanca ve coşkuya boğulmuş, coşkudan yorgunluğunu uykusuzluğunu unutmuş, upuzun bir gecenin ardından sabaha karşı hâlâ birlikte şarkı söyleyen, kucaklaşan, dans eden kalabalıkla ilgili kısma baktım. Çok güzeldi, ama aradığım orada da değildi. Sayfaları geri geri çevirmeye devam ettim, çocukların bağrışarak koştuğu, herkesin vapuru birbirine haber verdiği, insanların sokak köşelerinde birleşip kıyılara dağıldığı ve artık aşırı hızlanıp uçarcasına yol almaya başlayan vapurun akşamın karanlığına çizdiği kırmızı çizgiyi heyecan içinde izlediği akşamla ilgili kısımda da değildi aradığım. Epey bir sayfa daha çevirdim ve neredeyse az önce kaldığım yere, hikâyenin hâlâ başı sayılabilecek dördüncü kısma geri döndüm. Neyi aradığımı onu görür görmez hatırladım. 

 

Vapur iskeleden ayrıldıktan sonraki günlerde Boğaz’ın iki yakası her gün, her gece insanlarla dolmaya başlıyordu. Vapur, kimi günler, pek de ilginç bir şey yapmadan, sadece “geçkin bir kraliçe denli” süzülerek seyrettiriyordu kendini. Ama bazen özellikle çocukları çılgına çeviren numaralar da yapıyordu. Şöyle bir durup bakınıyor, gözüne bir yerleri kestiriyor, oraya biriken halka yaklaşıyor, fırdolayı dönüyor, burnu üstüne dikilip eteklerini kaldırıp kıçını gösteriyor, havada kalan pervanesiyle dalbüken yelini takır takır dövüyor, halkın korkulu çığlıklarını sonuna kadar dinliyor, sonra kendini gene suya, karnı üstüne atıyor, sulara vuran karnı, kesik ve tok bir uğultu çıkarıyordu: “Evrenin ilk büyük canavarı denli.”

 

İşte. 

 

Aradığım buydu; evrenin ilk büyük canavarının tasviri: “Hani sırtındaki yelelerinden binlerce kolları çıkan, gün günden uzayan kolları yatarken bir ağacı anımsatan, sonsuza doğru genişlemiş, kökü dışarıda, ayağa kalkınca güneşten saçılan ateşlere değerek boynu kıvılcımlar saçan canavar.” 

 

Hikâyeyi ilk okuyuşumda da burada kalakaldığımı derhal hatırladım. Nasıl bir tasvirdi bu böyle? Tam olarak neyden söz ediyordu? Sırtında kaç yelesi vardı? Oradan nasıl binlerce kol çıkıyordu? Yeleleri vardı ve kökü de vardı, öyle mi? Yoksa yatarken ağaca benzediği için mi kökü dışarıda tasvir edilmişti? Ayağa nasıl kalkıyordu? Ne olarak? Güneşten saçılan ateşlere nasıl, neresiyle değiyordu? Kıvılcımlar neden canavarın boynundan saçılıyordu? Ve neden evrenin ilk canavarı oydu? 

 

Hiç ama hiçbir bir şey canlanmıyordu gözümde. Ta ki bu tasviri takip eden iki soruyu okuyuncaya dek: “Kuyruğunu derin denizlerden çıkarsa tüm canlıları ezebileceğini bilir mi? Yüzlerce arka ayaklarının üzerine dikildiğinde Tanrı’yla iç içe geçebilecek olan ama gözsüz olduğundan bir kez bile bunları yapabilecek güçte olduğunu aklına getirmeyen o beyaz yaratık denli?”

 

Kuyruğunun tek bir hareketiyle tüm canlıları ezebilecek olan, ayağa kalktığı anda Tanrıyla iç içe geçebilecek olan, ama bunu yapmayan, çünkü gücünün farkında olmayan, çünkü gerçekleri göremeyen, çünkü gözsüz olan bu beyaz yaratık vapur değil halktı. Yüzlerce ayağı, yüzlerce başı olan, sonsuza doğru genişlemiş, kökü dışarıda, ne idüğü belirsiz, kadim, tek bir kütle. Halk denen bu gözsüz canavarın, kaptansız vapurun, tanıksız hikâyenin, babasız kızın birbirleriyle tam anlamıyla örtüşmeksizin, hatta belki bu sayede gittikçe boyutlanan anlamlara geldiğini, gelebildiğini düşündüm. Hikâyeyi neden bu kadar çok sevdiğimi, okurken neden sık sık gözlerimin dolduğunu, neden bu kadar duygulandığımı biraz daha iyi anladım. 

 

Soluklanmak için kitabı indirdim, başımı kaldırdım, başımı sudan çıkarmışım gibi bir duyguydu. Kadıköy’den gelen vapur iskeleye yanaşıyordu. Yolcu çıkış kapısından uzaklaşıp turnikelerin önündeki kalabalığa karıştım. İskele binasının içi artık tıka basa doluydu. Omuzlarımı büzdüm, çantamı sırtımdan çıkarıp önüme taktım. Kitabı katlayıp yine tek sayfa hâlinde burnumun hizasında kaldırdım. Donanma gemileri vapurun peşine düştü, teslim olması için iyilikle yalvardı yakardı. Vapursa ne mağrur ve alçakgönüllü, ne korkak ne saygılı ne de küstahtı; aldırmıyordu, o kadar. Ve nankör halk yine kıyılara doluşmuş, “ya ya ya, şa şa şa, donanma donanma çok yaşa!” diye bağırıyordu. 

 

Derken iş ciddileşiyordu. Donanmanın telsizleri, radarları harıl harıl çalışıyor, amiraller büyük bir karara hazırlanıyordu. Vapurun da içinden kumanda sesleri geliyordu ama artık oldukça durgun görünüyordu. Derken donanmadan bir gemi hızla vapurun üzerine geldi ve gemideki kumandan, vapura, teslim olmazsa batırılacağını söyledi. Ama vapur hiçbir şey yapmadı. Halk da çıt çıkarmadan seyrediyordu bunları. Sessizlik koyulaştı, tuhaf bir hal aldı ve derken kırıldı: Ateş! Boğaz’ı kapkara bir duman sardı. Kimse bir şey göremiyordu. Çünkü yazar, olayın üzerine kimselerin kaldırmaya gücünün yetemeyeceği bir örtüyü atıvermişti yine. Az sonra da o örtüyü hop diye çekiverdi. Duman ortadan kalktı. İki yakaya birikmiş yüzlerce çift göz, ateş eden donanma gemisinin sulara gömüldüğünü gördü. Ve derken vapur göründü yine, halk “ya ya ya, şa şa şa, vapur vapur çok yaşa!” diye bağırırken o da kuyruğunu titrete titrete, kıvanç içinde, iki kıyı boyunca mekik dokumaya başladı. 

 

Peki nasıl başarmıştı bunu vapur? Ateş eden, donanma gemisiydi. Neden vapur değil de o batmıştı peki? 

 

Bu soruların elbette yanıtı yoktu. Hikâyenin soruları yanıtlamak gibi bir vaadi zaten hiç olmamıştı. Nasıl gerçekleştiğini asla bilemeyeceğimiz çünkü yine tüm tanıkların dışlandığı ya da tanıklık edemez hâle getirildiği bir olay daha. Keyfim iyice yerine geldi. Hava artık neredeyse tamamen kararmıştı. Üsküdar kıyıları ışık içindeydi. 

 

Yazarın vapuru düşündüğü, vapurun sayfada belirmeye başladığı, yazarın vapura, vapurun yazara baktığı ilk ânı hayal ettim. Yazdığı metnin canlılığıyla ürperdiğini, ola ki korktuğunu, vapuru tıpkı kıyıda toplanan insanlar gibi kıvanç, şaşkınlık, korku ve coşku içinde seyrettiğini, kim bilir, belki de yazar için görmekle dile dökmenin aynı eylemin farklı yüzleri hâline gelecek kadar yakınlaştığını, bu yakınlık ve dolaysızlıktan da hikâyenin cevherinin doğduğunu. Bana öyle geliyordu ki  Leylâ Erbil hikâyenin sert köşelerini, o köşeyi döndükten sonra karşısına ne çıkacağını bilmeden dönüyordu. Tüm tehlikeleri göze alarak ilerliyordu. Kimsenin inanmayacağı bir hikâyeyi olağanüstü bir samimiyet ve sanatsal dürüstlükle anlatıyordu. 

 

Nasıl yakalamıştı bu sesi? 

 

Anlatıcının bir kız çocuğu olmasına bu yüzden karar vermiş olabilirdi. Çocukların dünyası zaten bilinmezlikler, öngörülemezliklerle doluydu. Bir yetişkinin olağan ve olağandışı arasında çabucak yaptığı ayrımı çocuklar yapamıyordu ya da belki de basitçe yapmıyorlardı. Bilemezlik hayrete, hayret samimiyete, samimiyet de dürüstlüğe dönüşebilirdi. Dönüşmeyebilirlerdi de ama bu hikâyede kesinlikle dönüşüyorlardı. 

 

Vapuru, hakkını vererek anlatabilmek için olaylar karşısındaki hayreti, samimiyeti ve dürüstlüğü her an taptaze tutmak gerektiğini, bu çabanın ne kadar yıpratıcı olabileceğini de düşündüm. Anlatıcının bir kız çocuğu olması yazarı belli ki epey özgürleştirmişti. Ama kız çocuğunun sesiyle konuşmayı bırakıp (o sesi bir bakıma aşıp) edebiyatın sesine, daha doğrusu, edebiyatın dile getirebildiği, yani edebiyata özgü olan hakikatin sesiyle konuşmaya başladığı da oluyordu.  

 

Burada bir duraladım yine.  

 

Yüceltiyor muydum onu? 

 

Biliyordum ki edebiyatta her şey taklit edilebilirdi ama bir metne canlılığını veren sesi, samimiyetin titreşimini, halet-i ruhiyeyi asla taklit edemezdin. Taklit edilemezliğin de yüceltilecek bir yanı yoktu.  

 

Yolcular vapurdan inmeye başladığında birkaç polisin kimlik kontrolü yapmak üzere çıkış kapısına doğru gittiğini gördüm. Az sonra kapılar açıldı, iskele binasının içinden çok kollu çok başlı tek bir kütle gibi geçip sürme iskelelerin önünde düzensiz sıralar oluşturduk. 

 

Birden yazarın soruları düzenli olarak yanıtsız bırakarak yanıtların hiç de önemli olmadığını, hatta belki de onlardan kaçınmak gerektiğini bize anlatmak istediğini, meselesinin, yanıtsız sorularla dolu bir dünyanın imkânlarını açığa çıkarmak olabileceğini düşündüm. Bu düşünce beni yeniden en başa döndürdü ve edebiyatın ne yalan ne doğru, ne gerçek ne değil, ama aynı anda hepsi birden olan bir alanı, oyuna benzeyen ama tam da öyle olmayan, güzelliği ve ürkütücülüğüyle özgürlüğe benzeyen, paradokslarla barışık, imkânla, ihtimallerle, değişim arzusuyla dopdolu bir alanı yarattığı ve ayakta tuttuğunu yeniden hatırlamamı sağladı. 

 

Zaten vapur da hikâyenin asıl konusu olan o unutulmaz Boğaz gezintisini o sayede başlatacaktı. 

 

 

Beklenmedik Dalgalanma (Unexpected Surge), Barbara Pierson, 2019

 

 

Ana görsel: Göz Kapakları İki Dost İki Düşman sergisinden, Sevim Sancaktar, Galata Rum Okulu, 2019 (Sanatçının izniyle)

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YVapurun İskeleden Kalkışını Gören 
Vapurun İskeleden Kalkışını Gören 

Bir tanık yoksa bile şeylerin tarihinin yazılabileceğini ima eden bir ses yükseliyordu Leyla Erbil'in metninden.

Bir de bunlar var

“İrem”: Bakmanın ve Bakılmanın İfşası
Beşi Kuir Bir Yerde
“Yut Sesini” / “Bul Sesini”: On İkinci Ev

Pin It on Pinterest