7 Temmuz 2020 tarihinde Harper’s Magazine adlı dergide “Adalet ve Özgür Tartışma Üzerine Bir Mektup” başlıklı, aralarında J. K. Rowling, Gloria Steinem, Margaret Atwood, Salman Rushdie ve Noam Chomsky gibi isimlerin yer aldığı 150 yazar, akademisyen ve sanatçının imzacısı olduğu bir açık mektup yayınlandı. Sağcı demagoglardan ve Donald Trump’ın demokrasiye, liberal toplumlara verdiği zarardan bahsederek başlayan mektup, ifade özgürlüğünün ve tartışmaların gün geçtikçe daha da kısıtlandığını iddia ediyor.
Son dönemde Twitter üzerinden transfobik fikirlerini beyan eden Rowling’in metnin imzacısı olması, başta transfeministler ve destekçileri tarafından uluslararası kamuoyunda, transfobik söylemlerin ifade özgürlüğü hakkına indirgenemeyeceği savunularak tepki gördü. Metnin imzacısı olan trans yazar ve aktivist Jennifer Finley Boylan, bu tepkiler üzerine “Mektubu başka kimin imzaladığını bilmiyordum. Biraz muğlak da olsa sosyal medya üzerinden linç girişimlerine karşı iyi niyetli bir mesaja onay verdiğimi düşündüm. Bunun sonuçlarından ben sorumluyum. Çok üzgünüm” ifadeleriyle Twitter’da özeleştiri verdi.
Bu tartışma, 2015 yılında bir grup akademisyen, yazar, ifade özgürlüğü savunucusu, kadın ve insan hakları aktivisti tarafından imzalanan “Sansüre ve bireylerin susturulmasına izin veremeyiz” açık mektubunu ve akabinde gelen itirazları anımsattı. İngiliz The Guardian gazetesinde yayımlanan mektupta, feminist akademisyenlerin “orospufobik” ve “transfobik” olarak adlandırılan görüşleri nedeniyle üniversitelerde ve panellerde konuşturulmadığı, bir anlamda susturulduğu söyleniyordu. İmzacıların talebi, üniversiteler ve diğer kuruluşların demokratik fikir paylaşımının arkasında durmasıydı.
“Feminist Killjoy” —Oyunbozan ya da keyif törpüsü— feminist sıfatıyla tanıdığımız, feminist-kuir yazar ve akademisyen Sara Ahmed, bu mektubun ve iddialarının neden hatalı olduğunu açıklayan “Üzerimizde tahakküm kuruyorsunuz!” (You are oppressing us!) başlıklı bir yazı yazdı. Ahmed yazısında, engellendiği söylenen etkinliklerin hiçbirinin engellenmediğini açıkladı. Mektupta örnek verilen isimlerden filozof ve İngiltere-Galler Yeşiller Partisi üyesi Rupert Read, transfobik tweet’leri nedeniyle bir özür yayınlayarak partisinin Lgbti+ politikasına tamamen bağlı olduğunu söylemişti.
Ahmed’in kişisel blogu feministkilljoys’da 2015 yılında yayınladığı metin, “politik doğrucu sansür kültürü”, platformsuz bırakma, ifade özgürlüğü gibi kavramları, güç ilişkileri ve bundan doğan performatif/söylemsel inkâr ekseninde inceliyor. 2016 yılında akademik kurumlar içinde cinsel tacize karşı çözüm üretilmemesine tepki olarak istifa eden[1] Sara Ahmed’in aşağıda çevirisini okuyacağınız blog yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Trans feministlerin ve feminist alanlarda farklı deneyimlerine yer açmaya çalışan çeşitli beyaz olmayan feministlerin eleştirilerinin neden sansür veya tahakküm olarak algılanmaması gerektiği ve bu iddiaların nasıl beyaz olmayan toplulukların bu alanlardan dışlanmasını sürdürecek kanıtları oluşturmak için kullanıldığını anlatan bu yazının, ne yazık ki güncelliğini koruduğunu düşünüyorum.
Çeviri izni için Sara Ahmed’e ulaştığımda ve güncel olaylar hakkında ne düşündüğünü sorduğumda, bu yıl yayınlanan mektubu gördüğü ve “aynı tas aynı hamam, aynı teranelerin söylendiğini görmenin iç çekişini yaşadığı” cevabını verdi. Gururlu bir Sara Ahmed müridi(!) olarak keyifle çevirdiğim metinle sizi baş başa bırakmadan önce, kendini oyunbozan dayanışmasına ait hissedenleri selamlıyorum.
Üzerimizde tahakküm kuruyorsunuz!
Bir gruba mensup olmaları nedeniyle varoluş mücadelesi vermek durumunda kalanların, yani ezilenlerin, sıklıkla zulmedenler olduğuna hükmedilir. Bunu görmek için yalnızca feminist tarihin sayfalarını çevirmemiz yeterli. Lezbiyenler olarak feminist alanlara girmeyi talep ettiğimizde, “lavanta tehdit”[2] adını aldık. Feminizmin daha kabul edilebilir olması projesinin önünü kesiyormuşuz. Kabul edilemez olarak tanımlanmak, çoğunlukla iktidar sahibi —birinin elinden bir şeyi alabilme gücü— olan taraf sayılmaktır. Yakın zamanda heteroseksüel bir feministin, feminizm içerisindeki lezbiyenlerden tam da bu şekilde bahsettiğini duydum; tüm gücü elinde tutanlar, tahakküm edenler. Siyah kadınlar ve beyaz olmayan kadınlar (women of color) olarak feminizm içindeki ırkçılıktan bahsettiğimizde, sesimiz, öfkeli, kötücül, kindar ve beyaz kadınları incitici olarak algılandı, hâlâ da algılanıyor. Beyaz olmayan öfkeli kadın figürü yalnızca feminist oyunbozanlık[3] yapmıyor, aynı zamanda feminist neşeyi de bozuyor. Beyaz kadınların feminizmde işgal ettiği yere müdahale ederek araya giriyor.
Bu zor bir tarih.
Tarih vuku buluyor ve tekerrür ediyor.
Dün The Guardian’da, üniversitelerde feministlerin susturulduğunu ima eden bir mektup[4] yayımlandı. Kulağa ilk bakışta destek vereceğim bir mektup gibi gelebilir. Ben bir feministim ve konuşmak için hakkım veya otomatik bir yetkim olduğunu varsaymamakla beraber, susturulmayı da ihtiyaren reddediyorum.
Ne var ki bu mektup, eleştirel feministlerin bazı (nisbeten) belirsiz ötekiler tarafından susturulduğunu ve tahakküm altına alındığını ima ederek yanlış bir izlenim yaratmaya çalışıyor. Bu ötekilerin kim olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Mektubun siyaseti bu “kim”lerin siyaseti hakkında. (İtalik orijinal metinden)
Mektupta bazı vakalar feministlerin susturulduğuna dair kanıt olarak gösteriliyor. Bahsedilen ilk vaka Goldsmiths’te Öğrenci Sendikası tarafından gösterisi iptal edilen komedyen Kate Smurthwaite hakkında. Bu iptal, “görüşleri ‘transfobik’ veya ‘orospufobik’ bulunan bireyleri yıldırma ve susturma üzerine kurulu endişe verici bir yaklaşım”ın parçası olarak tasvir ediliyor. Yapılan suçlamalar kuvvetli, bu vakalar kolektif olarak “yıldırma girişimleri” ve “zorbalık” olarak tanımlanıyor. Ortaya atılan temel iddia kürsüsüz bırakmanın (no-platforming) eleştirel feminist sesleri bastırmak için kullanıldığıdır. Kürsüsüz bırakma, faşizme cevaben kullanılmak yerine, “günümüzde seks endüstrisini ve trans aktivistlerin bazı taleplerini eleştiren feminist argümanların dile getirilmesini engellemek için kullanılıyor”.
Mektup çok fazla yanlış bilgi içeriyor. Neden böyle olduğunu, böyle bir mektubun nasıl imzalanıp yayınlanabildiğini anlamak istiyorum. Bahsi geçen üç vakadan yalnızca biri gerçekten “kürsüsüz bırakma” hakkında (Julie Bindel) ve o noktada bile kürsüsüz bırakma siyaseti hatalı olarak Ulusal Öğrenci Sendikası’na dayandırılıyor.
İlk vakayı ele alalım. Kate Smurthwaite’in Goldsmiths’teki etkinliği seks işçiliği hakkındaki fikirleri yüzünden sansürlenmedi. Goldsmiths Feminist Topluluğu tarafından kesinlikle “kürsüsüz bırakılmadı”. Topluluk, etkinliği Goldsmiths Komedi Topluluğu’yla ortak düzenleyip düzenlememek konusunda oylama yaptı – oylama etkinliğin yerini değiştirmek veya iptal etmek üzerine bile değildi. Etkinliğin nihai iptali, protestolardan ya da gözcülerin tehdidinden ziyade performansçının, protestoların ve gözcülerin varlığının muhtemel olduğunu düşünmesinin bir sonucu gibi gözüküyor (gözcüler hakkında yalnızca bir twit bulundu ve o da bir Goldsmiths öğrencisinden değildi).
O zaman olan biten nedir? Feminist komedyenin eleştirel fikirleri nedeniyle sansürlendiği hikâyesinin medya tarafından ne kadar hızlı ilgi görüp yayıldığı ve hatta bu mektupta bir “doğruluk beyanı” olarak yer alması tabii ki göze çarpıyor. Bu hızlı yayılmadan ne öğreniyoruz? Bana kalırsa birçok şey. Burada bir yatırım var, ben buna anlatısal yatırım derim. “Seks endüstrisini ve trans aktivistlerin bazı taleplerini eleştiren feminist argümanların sansürlendiği”ni kanıtlama arzusu var. Bu bakımdan görünen o ki, iptale dair açıklama, aslında iptalin ne hakkında olduğu gibi görünüyor: Tartışmanın bastırıldığı ve bazı eleştirel feminist görüşlerin sansürlendiğine dair daha fazla kanıt toplama arzusu. Bu görüşler daha sonra bastırılıyormuş gibi yapılırken tekrar ifade ediliyor. Yasaklanmış gibi sunulan fikirler tekrar edilmiş oluyor.
Ne zaman insanlara kürsüleri olmadığını söylemeleri için kürsü sunulsa veya insanlar ne zaman durmadan susturuldukları hakkında konuşsalar, hem performatif bir çelişki oluşmuş olur hem de bir iktidar mekanizmasına şahit olursunuz. Kültürel çeşitlilik çalışmalarını (diversity) çoğunlukla mekanik bir çalışma olarak tanımlarım. Bir duruma içkin normları dönüştürmeye çalışırken iktidar mekanizmaları hakkında çok şey öğreniriz. Bazılarının elinde olan söylemi belirleme gücü çoğunlukla bu gücün gizlenmesi ve inkâr edilmesiyle sürdürülür. Feministler olarak, yaşananlar hakkında mektubun sunduğu açıklamadan farklı, aksi yönde açıklamalar sunmamız gerekiyor. “Susturulma” anlatısı bazı ifade biçimlerini mümkün kılan ve yaygınlaştıran bir mekanizma haline geldi. Nitekim susturulma anlatısının konuşmak için bir kışkırtma haline geldiğini bile öne sürebilirim: bu tam da engellendiğini iddia ettiği şeyi fitilliyor.
Kişinin görüşlerinin yasaklandığı veya duyulmadığına dair kanıt toplama arzusu varsa, bu arzu ne yapıyor olur? Cathy Newman’ın yakın zamanda kadın olduğu için camiye alınmadığına dair attığı twitler akla geliyor. Aslında caminin yanlış yerindeymiş. Peki neden olayları bu biçimde anlattı? Olayların bir biçimi, o biçim el altında ya da elverişli olduğunda ivedilikle anlatılabilir. Yaşananlar, bir kadın olarak dışlandığının kanıtıymış gibi davranılabilir, böylelikle halihazırda sürekli anlatılan ve bu nedenle dolaşımda olan bakış açısı haline gelir: İslam cinsiyetçidir, İslam kadınlar için kötüdür, Müslüman kadınlar gayrimüslim kadınlar tarafından kurtarılmalıdır. Ben bu bakış açısına ırkçılık derim. Sorunları isimlendirmeye her zaman hazırım! Burada arzulanan yalnızca (kişinin kim olduğu, ne söylediği yüzünden) dışlandığını kanıtlamak değil, aynı zamanda bir açıklamayı destekleyecek kanıtlar bulmaktır: Onlar cinsiyetçi. Bakın!
Buradaki bakma çağrısının asıl demek istediği: Bana bakın!
Bakın, bakın!
Cathy Newman’ın ırkçı yakınmalarına karşı anlaşılabilir sert tepkilerin sonradan başka bir gayrimüslim feminist olan Louise Mensch tarafından “troll” olarak adlandırıldığına dikkat edin. Newman beyaz kadın kurban olarak şimdi yeniden karşımıza çıkar. Beyaz kadınlar çoğunlukla kurtarıcı rolünden kurban rolüne bu kadar çabuk bürünebildikleri için konumlarını korurlar. Anlatılar sağlamca yerleşmiştir ve olaylar vuku bulurken yaşananlar, o anlatıyı teyit etmek için —çoğunlukla ne yaşandığından bağımsız olarak— kullanılabilir.
Bakın, bakın!
Bazen, halihazırda inanılan bir düşünceyi teyit etmek için kanıt bulma arzusu, o kanıtı yaratmak adına provokasyonu ve yıldırma biçimlerini de beraberinde getirebilir. Söz edimleri gittikçe saldırganlaşacaktır çünkü gücendirme arzusu vardır; ötekinin gücenikliğinin (offendability) “bizim özgürlüğümüzü” kısıtladığını kanıtlama arzusu vardır. Örneğin 2010’da yayımlanan kitabım Mutluluk Vaadi’nde[5] [The Promise of Happiness] İslamofobi’nin büyük kısmının nasıl “kolayca gücenen Müslüman” figürünün yayılımıyla sağlandığını inceledim. İşin büyük bir kısmını bu figür yapıyor. Bu figür, ırkçı söylemin yalnızca ifade özgürlüğü kapsamında değil, savunulması gereken muhalif ve azınlık söylemi kılıfında telaffuz edilmesine imkân veriyor. Bu nedenle “politik doğrucu çoğunluk” miti üretkenliğini koruyor: şu ya da bu görüşe (çoğunlukla toplumsal olarak egemen olanların sözlü saldırılarla egemenliğini ifa ettiği bir görüş) karşı çıkanlar kalemleriyle tahakküm kuran susturucu bir çoğunluk olarak değerlendiriliyorlar.
Mektuba geri dönelim.
İşte bu sebeplerle mektup dayanaksız eften püften materyallere dayanıyor. Mektup kanıttan yoksun çünkü eksik olan kanıta duyulan arzu etrafında kurulu. Bu mektup kanıt sunmaktansa bu arzunun kanıtını sunuyor. Germaine Greer vakası bunun bir başka örneği çünkü Greer’in konuşması hiçbir şekilde engellenmedi. LGBTİ+ Topluluğu ve Kadın Topluluğu tarafından düzenlenen ve Roz Kaveney ve Sarah Brown gibi transfeminist konuşmacıların olduğu başka bir etkinlikte transfeminist aktivistlerin konuştuğu gibi o da konuştu (Sarah Brown’ın bu vaka üzerine kafa yorduğu ve mektuba güçlü bir eleştiri getirdiği bu önemli katkıya[6] lütfen bakınız). Aksine elimizdeki kanıtın bize gösterdiği, öğrenci protestolarının söylemi engellemektense onu çoğalttığıdır. Eleştirel feminist görüşlerin bastırıldığına kanıt olarak gösterilen materyal tam aksine enerjik, eleştirel ve muhalif bir feminist öğrenci kitlesi olduğunu gösteriyor. Goldsmiths’teki öğrencileri dinlediğimde duyduğum şey kesinlikle enerjik, eleştirel, muhalif feminist öğrenci sesleri. Onların sesleri beni çok cesaretlendiriyor!
Bunlardan daha fazlasının söz konusu olduğunu düşünüyorum. Mektup, susturulmuş veya sansürlenmiş olarak temsil ettiği görüşler konusunda bariz şekilde muğlak ifadeler içeriyor. “Trans aktivistlerin bazı talepleri”ni eleştiren feministlerin susturulduğu iddiasının imaları üzerinde durmak istiyorum. Mektupta “transfobi” ifadesinin, “transfobi” suçlamasının zaten feminist görüşleri bastırmanın bir yolu olduğunu ima eder şekilde kullanıldığına dikkat edin. Cümleleri birleştirdiğinizde resim ortaya çıkıyor: trans aktivistlerin bazı taleplerini (hangi talepler? İnsan merak ediyor) eleştiren feministler transfobiyle suçlanıyor, böylece susturuluyorlar.
Bu süreçte transfobi suçlamasının, mektupta ismi geçen feministlerin eserlerinin haksızca gözden çıkarılması için kullanıldığını (ve suçlamaları yapanların bu eserleri okumadığına dair kanıt teşkil ettiğini) belirten bir feminist savunma okudum. Bu suçlamanın yanlış olduğu suçlamasını özellikle bir kişi özelinde ürkütücü buluyorum. Bu kişinin sosyal medyada yaptığı yorumları okumayı bir süre önce, “travestiler” (trannies)[7] hakkındaki mükerrer yorumlarından sonra bıraktım. Bu dille sürekli karşı karşıya gelmek istemedim; bunu bir “çekiçlenme” (hammering)[8] olarak deneyimledim. Eğer ben bir natrans kadın olarak sözcüklerini çekiçlenme olarak deneyimlediysem, onları okuyan transların nasıl hissettiklerini hayal bile edemiyorum. Aynı kişi bir trans kadından “elbise giyen erkek” diye bahsetmişti.
Şimdi, şöyle düşünüyor olabilirsiniz: İfade özgürlüğü gücendirebilme özgürlüğüdür. Şöyle düşünebilirsiniz: İfade özgürlüğü şiddete teşvik etmediği sürece korunmalıdır. Neyi veya kimi koruyoruz? Yine, insan merak ediyor.
Mektupta bahsi geçen bazı isimlerin de dahil olduğu sözde “eleştirel feministler”in trans karşıtı duruşlarının ve açıklamalarının feminizm olarak algılanmaması gerektiğini savunuyorum. Bu eserleri son derece feminizm karşıtı ve trans karşıtı buluyorum. Feminist Bir Yaşam Sürmek üzerine çalışırken bu materyalin bir kısmını okudum ve önceden bildiklerime rağmen, karşılaştığım şeyler beni şoka uğrattı. Bu eserleri kitabımda da burada da alıntılamayacağım, çünkü bu eserleri meşrulaştırmayı reddediyorum.
Benim için iş başında feminist olmak, neyi ve kimi alıntılamadığımızla, aktarmadığımızla, teşvik etmediğimizle de alakalı.
Alıntılamamak da feminist siyasete dahil olabilir!
Twitter’a bu feminist malzemenin bir kısmını “şiddete teşvik etme” olarak gördüğümü yazdığımda bana trans aktivistlerin TERF’lere (trans dışlayıcı radikal feministler) karşı şiddet uyguladığının veya şiddeti teşvik ettiğinin kanıtı olarak twit ekran görüntüleri gönderildi. Bunları gönderenlerin bazılarını engellemem, benim “feminist olmadığıma” kanıt olarak gösterildi. Tabii, siyaset nadiren bir iyi ve bir kötü taraf veya bir tarafın masumiyeti ve bir tarafın suçluluğu hakkındadır. Fakat, siyaset aynı zamanda karmaşıktır çünkü güç asimetriktir. TERF’lere meydan okumak bir konuma meydan okumaktır, bir kimliğe değil. TERF bir konumu tanımlar. Bu kavram bir hakaret değildir, transları feminizmden dışlamayı amaçlayan bazı feministlerin adil ve kibar bir tasviridir. Hem günümüzde hem de geçmişte trans kapsayıcılığı radikal ve zorunlu bir feminist pratik olarak gören birçok radikal feminist var. Bu yüzden Her TERF bu oluş halini tersine çevirebilir . Bu oluşu tersine çevirme (unbecoming) bir feminist oluş halidir! Lütfen, bunu size bir davet olarak sunuyorum! Feministler olarak kişileri tasfiye etmeyi hedefleyen konumları tasfiye etmeyi hedeflememiz gerektiğini düşünüyorum. TERF’lerle mücadele etmek, kasıtlı bir tasfiye edimi olarak tanımlayabileceğim bir trans kadını yanlış cinsiyetlendirme (misgender) edimiyle aynı türden bir söz edimi değil.
Trans aktivistlerin ve destekçilerinin dışlanma sorunlarına değinme konusunda sorunlu yöntemleri olmadı demiyorum ama kanıt bulma arzusu, önceden değindiğim gibi, kanıt yaratmakta rol oynayabilir. Ayrıca lezbiyen ve beyaz olmayan bir feminist olarak kendi deneyimlerimden yola çıkarak biliyorum ki feminizmin içindeki dışlanma sorununa değinmek çoğunlukla sorun teşkil etmek anlamına geliyor. Şaşırtıcı olmayan şekilde, sorun teşkil etmek sorunlu dil kullanımına yol açabiliyor diye düşünüyorum (dünyanın geri kalanında varlığınıza karşı çıkıldığı için arayıp bulduğunuz alanlarda varlığınıza karşı çıkılması, hafif tabirle, oldukça hafif tabirle, çok sinir bozucu olabiliyor).
Asıl konuya dönelim: Mektupta eleştirel feministlerin susturulduğu söylendiğinde, trans aktivistlerin taleplerine “eleştirel” yaklaşmanın meşru bir feminist söylem olması gerektiği ima ediliyor. Burada, söz konusu bu söylemin bir kısmının doğasının yeterince tanımlanmadığını ya da yanlış tanımlandığını düşünüyorum. Bir feminist yürüyüşte trans dışlayıcı radikal feministler tarafından nefret suçunun rezil bir şekli olarak nitelendireceğim bir broşür dağıtıldı; trans kadınlar katil ve tecavüzcü olmakla suçlanıyordu. Bu broşürlere olan şiddetli öfkemden bahsettiğimde, mektupta ismi geçenlerden biri, “yani bunun Holokost kadar kötü olduğunu iddia ediyorsun,” minvalinde bir şey dedi. Bu cümlede neyin yanlış olduğunu kavramam uzun zaman aldı. Ancak ima edilene dikkat edin, translara uygulanan şiddet “nispeten” önemsiz, ırksal nefretin korkunç tarihinde yalnızca bir dipnot.
Şiddetin bazı türleri ne kadar da sık önemsiz olarak görülüyor ya da şiddet olarak kabul görmüyor bile. Şiddet, ne kadar da sık şiddet olarak görülmeyerek yeniden üretiliyor. Topluluklara — toplulukların parçası olarak algılanan bireylere— yönelik şiddetin çok büyük bir kısmı, çoğunlukla şiddeti o topluluğun içinde konumlandırarak işliyor. Bu nedenle azınlıklar sıklıkla şiddet eğilimli, ya da şiddete sebebiyet veren, hatta kendilerine yönelik şiddetin de sebebi olarak görülüyor. Transların şiddete sebebiyet verdiğini öne sürmek translara yönelik şiddete sebebiyet vermektir. Burada kesinlikle yaşamdan ve ölümden bahsediyoruz ve kesinlikle şiddete teşvikten bahsediyoruz.
Hadi şu mektuba geri dönelim. Bu mektup bazı feminist beyanların özgürce ifade edilebilmesi gerektiğini, sağlıklı, canlı bir demokrasinin işareti olarak tartışmaya ve diyaloğa imkan verilmesi gerektiğini ima ediyor ama transfobiye ve trans karşıtı beyanlara mutlu bir çeşitlilik masasında özgürce ifade edilebilecek bir başka bakış açısı olarak yaklaşılmamalıdır. Masadakilerin bir kısmının söylemleri niyet veya sonuç bakımından masadaki diğerlerinin ortadan kalkmasını savunuyorsa ortada bir diyalog olamaz. Sizi konuşmada saf dışı bırakmak isteyenlerle “diyalog veya tartışma” içine girdiğinizde (hayatta kalmanız için neyin gerekli olduğunu fark etmedikleri veya varlığınızın mümkün olduğunu bile düşünmedikleri için), “diyalog ve tartışma” bir ortadan kaldırma yöntemine dönüşür. Bazı diyaloglara ve bazı tartışmalara katılmamak bu nedenle temel bir hayatta kalma taktiği olabilir.
Trans aktivistlerin sürekli var olma haklarını savunmaları beklenen azınlıklardansa bir lobi ve zorbalar topluluğu gibi temsil edilmeleri bir iktidar mekanizmasıdır. Ne yazık ki, bu mektup mekanizmanın işe yaradığının kanıtıdır. Bu dinamiklerle ırkçı söz edimleri — ırkçılık sıklıkla ifade özgürlüğü olarak savunuluyor— üzerine yaptığım çalışmalardan aşinalığım var. Irkçılar kendilerini yaralı/saldırı altında/seslerini bastırmakla “meşgul” güçlü bir ırkçılık karşıtı lobiyle mücadele eden azınlıklar olarak sunuyorlar. Analoji kurmadan da tanıdık tınlamayı duyabiliyoruz. Trans karşıtı beyanların sürekli akışını, ağır yıpratıcı etkileri olan bir “kırt, kırt, kırt” sesi olarak duymamız gerekiyor. Bu aşındırmaya katılan herhangi bir feminizm, ismini hak etmeyen bir feminizmdir.
Tabii ki insanlar bu mektuba itiraz ettiler. Ben de itiraz ettim çünkü bende derin bir öfke uyandırdı. Ancak şu çok çabuk gerçekleşecek: (Anlatıların olan bitenleri, olanlardan önce zaten yer edinmiş terimlerle açıklayarak “kavradığını” hatırlayın) mektuba itiraz edenler tacizci olarak algılanacaklar. Sözlerimi bir kenara yazın! Mektuba edilen itirazlar mektubun öne sürdüğü hakikati doğrulamak için bile kullanılabilir; üretken olan yan tam olarak budur, bu şekilde işler.
Bakın, bakın!
Ve bu da not edilmeli: İfade özgürlüğü söyleminin yanlış kullanımına itiraz etmek özgür ifadenin kanıtı olarak değerlendirilmeyecek! İnsanlar öfkelerini ve hırslarını ifade ettiklerinde bu öfke ve sinir, politik bir araç olarak duyulacak. İnsanların bu öfkeyi, imzacı oldukları şeye dair neyin yanlış olduğunu düşünmek için bir davet olarak değil, ancak mağduriyetlerinin bir diğer teyidi olarak görmelerini bekliyorum.
Bazı insanlar ifade özgürlüklerini bir ifadeye itiraz etmek için kullandıklarında, o ifade özgürlüğü tahakküm olarak anlaşılıyor.
İfade özgürlüğü böylece, bazılarının zaman ve mekânı işgal etme hakkı çevresinde özgürlüğü yeniden tanımlamak için kullanılan siyasi bir teknolojiye dönüşüyor. “Ötekiler,” tahakküm kuranlar ve bir hata hakkında konuşurken hatalı konuşmakla yargılananlar haline getiriliyorlar.
Söylemek zorundayız: bu yanlıştır.
*Kuir: “Queer” sözcüğü İngilizcede bir zamanlar eşcinsel bireyleri aşağılamak ve yalnızlaştırmak için kullanılan, en geniş çerçevede “garip”, “yamuk” ve “tuhaf” gibi anlamlar taşıyan, argoda da “ibne” anlamına gelen sözcüktü. “Queer”, her türlü kimliklendirme sürecini sorguladığı için, sabit ve verili tanımlara direnmesiyle ayrışan, akışkan ve muğlak bir anlamlandırma olarak okunabilir. https://www.kaosgl.org/haber/nedir-bu-queerrsquo-dedikleri
LGBTİ+ (okunuşu legebetei artı’dır. Açılımı lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks ve artı. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komisyonu, geçtiğimiz yıllarda eklenen İnterseks harfinden sonra bu yıl eklenen + işaretini “hareketimizde aslında gökkuşağı paletinin tüm kombinasyonlarının var olduğunu ve dışarıdan bakarak kimseye kimlik tayin edemeyeceğimiz bilincinin toplumsallaştırılmasını amaçlıyoruz” şeklinde açıklıyor.
Konuyla ilgili ek okuma önerileri:
“Politik Doğruculuktan Türkiye’ye Kalan: Kim kimi linç ediyor?” Fatma Gül Altındağ – Çatlak Zemin’deki yazısını öneriyoruz.
“Tahammülsüzlüğü Hoş Görmeyi Reddetmek” 1 ve 2 Julia Serano – Kaos GL, Çeviren: Ezgi Epifani.
Türkçe’deki Sara Ahmed kitapları ve haklarında yazılmış bazı yazılar:
https://www.selyayincilik.com/yazar/sara-ahmed-407
http://www.5harfliler.com/tag/sara-ahmed/
https://www.catlakzemin.com/e/sara-ahmed
http://www.pembehayat.org/haberler/detay/2221/cekiclerin-yarenligi-yayinda
18 Haziran Eşitlik Manifestosu, Pembe Hayat LGBTİ+ Dayanışma Derneği’, Kolektif
[1] İstifa mektubunun Türkçe çevirisine buradan ulaşabilirsiniz.
[2] 1969’da bir NOW (National Organization for Women) toplantısında derneğin kurucusu Betty Friedan tarafından lezbiyenlerin feminist harekete zarar verdikleri gerekçesiyle onları nitelendirmek için ortaya attığı “lavender menace” kavramı.
[3] Sara Ahmed tarafından ortaya atılan, Mutluluk Vaadi ve Feminist Bir Yaşam Sürmek kitaplarında detaylı açıkladığı “feminist killjoy” kavramı. Ayrımcı normlar ve statüko karşısında mutsuz olan, mutsuzluğunu belli etmekten ve “oyunu bozmaktan” çekinmeyen feminist özneleri tanımlamak için kullanılıyor.
[4] “We cannot allow censorship and silencing of individuals” The Guardian, 14 Şubat 2015.
[5] Sara Ahmed, Mutluluk Vaadi (çev. Deniz Mayadağ), Sel Yayıncılık, 2016.
[6] Whatever This Nonsense Letter is Complaining About, it is Not Censorship 14 Şubat 2015
[7] İngilizce’de transfobik bir hakaret olarak kullanılan “tranny” kelimesinin Türkçe karşılığı olarak “travesti”yi kullandım.
[8] Hammering: Çekiçle vurulma/sorguya çekilme anlamına gelen çok katmanlı bir sözcük. Sözcüğün transfeminizm bağlamında daha detaylı kavramsallaştırılması için, Ahmed’in “Çekiçlerin Yarenliği” (Affinity of the Hammers) metninin Türkçe çevirisine bakabilirsiniz.
Ana görsel: Kirstine Roepstorff, 2013.