“Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
Mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
Saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
Önündeki çiçek artıklarına
Bir bira çekme makinesine, ne bileyim
Yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
Ve yıllarca bir saplantıya
Giderek bakmanın tam kendisi olurdum. Yani ben
Bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
Olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
Yapayalnız bir ben kurardım”
Söylediği bütün bu şeylere ne kadar uzun bakılabilirse o kadar bakmış ve giderek bakmanın tam kendisi olmuş olduğuna eminim. Bir şairi sevmek başka, ona inanmak başka şeyler mi? Edip Cansever’i hep bu soruyla düşünüyorum niyeyse. Ve düşündükçe “inanmak” dünyanın en saçma şeyine dönüşüyor. Kelime olarak yani. Tek başına. İnanmak. Çok saçma değil mi?
Ama düşündükçe uzaklaşan şey, Edip Cansever’in bir fotoğrafına denk gelir gelmez yakınlaşıveriyor yeniden. Her fotoğraf karesinde oraya tam o anda kondurulmuş gibi duruşu, nesnelerle arasındaki katî sınırlar, aynı anda hem çok yakın hem çok uzak bakışı eşyaya… En sevdiğim şiiri olduğu için belki “Pesüs”ten mısralarla bakmayı seviyorum Cansever fotoğraflarına. İnandığım şey şiirden mi fotoğraflardan mı taşıyor, birbirine karışıyor. Fotoğrafları kimin çektiğini bilmiyorum. Orada burada karşılaştıkça “dünyada edip” diye bir klasöre atmışım yıllar içinde.
Cansever’in yersizliği, bir boy fotoğraf, bir boy Pesüs’ten…
“ben denizin kumları üzerinde durdum
bir heykel tadında olan ve bunu geçen
bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
diyordum. ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
bir şey olsa gerek
ben bunu duyuyordum.
Yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
Oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
Bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
Üstüme aktıkça benim
Ben kendimi koruyordum
Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
Ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
Bir anlam
Sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
Yapılması akla gelmedik
Daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
Pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
Sonra ben yoruluyordum.”
“Yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
Pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
Aşılır bir yer sanan o beton duvarları
Mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
Ben
Geri çekiliyordum biraz
Güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
Ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
Neresinden bozulur
Bilmiyordum ki
Bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
Diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
Ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
Duymuyordum ki”
Olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
Düzlük
Ve gerçekten yaptırıyordu da
Mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
Uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
Uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
Bembeyaz taneciklerin üstüne
Artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
Geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
Ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
Ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
Biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
Bir bağışlanmamış dünyaydı
Artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
Gittikçe bizim olmayan bir
Dünyaydı
Ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
Bitmeyen bir düzlüktü ki… işte ben
Gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
Diyemem
Çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
Ve bazı düşünceler.”
“Şöyle ki:
Martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
Dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
Ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
Ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
Bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
Çığlık çığlığa
Bu metalsi görünümler arasından
Sonra ben belki de gözlerimi yumdum
Her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
Etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
Ve hayallerimi
Yemeye
Demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
– Ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum –
Kimseler tanımayacak beni. Deniz hayvanlarının
Kurumuş iskeletlerine döneceğim
Korktum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi
Doğruldum işte yeniden
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Denizin kumları üzerinde durdum.”
Ben denizin kumları üzerinde durdum
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
Değişen bir şey olarak ve değiştiren
Bir anlamım var
Peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
Neden
Gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
Ve onlar güçlüydüler, biliyorum
Ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
Onların istediği bir öfke oluyordu ki
Sonra ben susuyordum
Ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
Ben neydim.”
Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
Bir çelişki gibi ölümsüz
Yaşamakta olurdum.
“Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi – ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım –
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim”
“Ve ayna hep gösteriyordu. Ben solgun
Yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
Ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
İyiliği artık çağımıza uymayan
Bir kadın ki
Cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
Ellerim arasında
Ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
Anlamları hiç değişmeyen
Mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. Anılar
Bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
Acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
Yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
Ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
Durmuştu ki, şöyleydi:
Sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
Bir soru, evet, hiç olmazsa
Biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
Bir insan müzesi gibi…”
“Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.”
Şiirin tamamı (eski baskılarındaki eksikleri de tamamlanmış hâliye) YKY baskısında.