Stephanie McCarter’ın Nina MacLaughlin’le Aralık 2019’da Electric Literature için yaptığı “’Wake, Siren: Ovid Resung’ Reclaims the Voices of Women from Myth” başlıklı söyleşinin çevirisidir.
Nina MacLaughlin, Uyan Siren: Ovid’i Baştan Yazmak [Wake, Siren: Ovid Resung] adlı kitabında Ovid’in Dönüşümler adlı eserini oluşturan hikâyeleri yeni bir ruhla baştan dokuyor. MacLaughlin’in “baştan yazma” yöntemiyle kâğıda döktüğü hikâyeler, Ovid’in epik şiirinde çokça geçen cinsel şiddet ve tecavüz sahnelerinin akabinde dönüşüme uğrayarak seslerini yitiren 30 kadına seslerini geri veriyor. Hikâyeler Mac Laughlin’in kalemiyle bin yıllar ötesinden yankılanırken, verdikleri mesajlar günümüz insanına da onları Ovid’in Roma’sında dinleyenlere geldiği kadar haklı geliyor. Bu kadınların hikâyeleri aynı anda hem tuhaf hem de insanın kalbini kıracak kadar tanıdık.
Daphne, tanrı Apollo’nun ona tecavüz etmesini önlemek için bir defne ağacına nasıl dönüştüğünü, Procne ise kocasının, küçük kız kardeşine tecavüz ettikten sonra dilini vahşice kesmesini anlatıyor. Evlilik içi şiddet sonucu çocuklarını kaybeden Hecuba’nın kederi ve öfkesi kendi yok oluşunu hazırlıyor. Hikâyelerde geçen âşıklar, avcılar, anneler, çiftçiler, sanatçılar, kız kardeşler, arkadaşlar, hepsi seslerinin duyulmasını şart koşuyor.
Kitap bizleri mitolojik hikâyelerde duymaya alışkın olduğumuz şiddetin, içinde yaşadığımız dünyada da kol gezdiği gerçeğiyle burun buruna getiriyor. Dönüşüm geçirmek insanlıktan uzaklaştıran, sessizleştiren bir deneyim olabilse de—bu kadınlara ve onlarla aynı kaderi paylaşanlara kulak verdiğimizde—bizleri şiddet dolu tarihimizden kurtaracak güç olabilir.
Stephanie McCarter: “Philomela ile Procne” adlı hikâyenizin başında, kız kardeşinin tecavüze uğradığı yeri görmek isteyen turistlere, günümüzde, bir kuş suretinde rehberlik eden Procne şöyle diyor:
Söyleyeceklerimin bir kısmını duymak sizlere zor gelecek. . . Turistlerden bazıları onları baştan uyarmış olmam gerektiğini, bu deneyimin ne berbat bir şey olacağını bilseler tura hiç katılmayacaklarını söylediler.
Bu kısım birkaç yıl önce Columbia Üniversitesi’nde Ovid’in eseri çevresinde gelişen “tetikleyici içerik uyarısı” tartışmalarını anımsattı bana. Sizin aklınızdaki de bu muydu?
Nina MacLaughlin: Hikâyeyi yazdığım sırada kasıtlı olarak üstünde durduğum bir düşünce değil kesinlikle bu. Fakat, bu gibi konuları bilmemenin daha kolay olduğunun farkındaydım. Böyle konular korkunç, zor, çirkin, iğrenç ve üstümüzden akıp gitmelerini tercih etmek, onları göz ardı etmek daha kolay. Yine de hikâyeyi yazarken aklımda “tetikleyici içerik uyarısı” gibi bir şey olduğunu söyleyemem.
Ancak, kitap çıktığından beri insanların konuştuğu bir konu bu sahiden de. Kitabı yazmak için gerekli bulduğum metinleri okurken incelediğim mitlerden biri “Callisto” idi ve bu mitte vahşet dolu bir tecavüz anlatılıyor. Bu hikâyenin başında, şiddet içerdiğine dair uyarıda bulunmayı seçtim; bu da “tetikleyici içerik uyarısı” fikriyle örtüşüyor.
Procne’ninki kitaptaki en zorlu hikâye. Kitabın tam ortasında ve bölümlerin en uzunu. Hem kitaptaki en dehşet verici hikâye hem de insan gözünde canlandırınca vahşet içeriyor. Üstelik hikâyelerin geri kalanı gibi, bilmezden gelmesi daha kolay bir şeyi anlatıyor. Dolayısıyla, aklımdaki “tetikleyici içerik uyarısı” ya da #MeToo hareketiyle ilgili değildi sadece. Yalnızca günümüzden beslenmedi. Bu 2000 yıldır kendini tekrar eden bir hikâye—güç sahibi erkekler, şiddet, günümüzde de gördüğümüz tüm bu şeyler… Bugün ortaya döktüklerimiz yeni var olmuş değil.
SM: Sizinle Twitter üzerinden yaptığımız kısa konuşmada “Philomela ile Procne” hikâyenizi okuduktan sonra iki gün uyuyamadığımdan bahsetmiştim. Hikâyenin tekrar eden kısmıyla ilgili bir şey sormak istiyorum. Procne anlattığı şeyin ne kadar korkunç olduğundan bahsederken “bir hayal edin”, “lütfen hayal edin” cümlelerini yirmi kez tekrarlıyor. Hikâyeleri zihnimizde çarpıcı bir şekilde canlandırmamız sizin için neden önemliydi?
NM: Bu da, yine, turda çevreye bakacakların gerçekten bakmaları gerektiğini düşünmemle ilgiliydi. Konu kaçınılmaz hâle geliyor. Lütfen bunu gözünüzün önünde canlandırın. Zihninizde dursun. Bu konuda olabileceğim kadar açık olmak istedim. Olanlar hakkındaki gerçekler bunlar. Önünüzdeki nemli, kaya zemini görüyor musunuz? Zihninizde canlandırın bunu, hayal edin. Olanları bilmek istiyorsanız, görmek zorundasınız. Hem bu tura kendiniz çıktınız—olup biteni bilmek istediniz. Hikâyelerdeki vahşeti aklıma gelen en açık ve en etkili şekilde ortaya dökme yolumdu bu.
SM: Epik şiirlerde geçen cinsel şiddet öyle sık makul bir şeymiş gibi görülüyor ki… Hikâyenizdeki “Lütfen bir hayal edin” vurgusu bu tavrı kimsenin yanına kâr bırakmıyor. Bu durum, bana tanrıları kadınlara tecavüz ederken resmeden bir duvar halısını bakmak zorunda hissedeceğimiz kadar çarpıcı bir biçimde dokuyan Arachne’nin hikâyesini anımsattı.
NM: Bence konunun önemli kısmı bu—gösteriyorum çünkü Dönüşümler’i okurken insanın dalıp cinsel şiddeti göz ardı etmesi olası. “Ah, yine bir su perisinin peşine düştü; şimdi tecavüze uğrayacak ve bir kayaya, nehre falan dönüşecek.” Hikâyeler birbirine benzer şekilde sıkça tekrarlanıyor. Bu yüzden, olaya dâhil olursanız, belirli bir sorunun ardına düşerseniz konu örtbas edilemez.
SM: Güç temasından da bahsetmek istiyorum. Karakterlerin farklı biçimlerde tekrarladığı, kitabın savı denebilecek bir düşünce dikkatimi çekti. Örneğin Daphne, “Erkekler kendilerini önemsiz hissettiklerinde tehlikeli olurlar” diyor. Procne’nin “Korkusundan öfke dolmuş bir erkek, en tehlikeli erkeklerden biridir” dediği bir kısım da var. Bu fikrin gelişme sürecinden bahseder misiniz?
NM: Şair Mary Ruefle “Sırlar Üzerine” adlı konuşmasında, “Öfke korkudan doğan bir duygudur. Bunun istisnası yok,” der. Buna tümüyle katılıyorum. Bu erkekleri ve kaybedebilecekleri şeyleri düşününce—ister şöhret ister arzuladıkları bir kadın olsun—kaybetme korkusunun çoğu zaman öfkeye ve şiddet eğilimine dönüştüğünü fark ediyorum.
SM: Korku, öfke ve şiddetle ilgili bu deneyim sizce erkeklere özgü bir şey mi? Kadın karakterleriniz de bunları hissediyor mu?
NM: Kesinlikle erkeklere özgü bir şey değil. Bu korku insanlara özgü bir şey denebilir. Korkunun sapması, biçim değiştirip üzerinde ancak bir ölçüde kontrol sahibi olabildiğimiz şekillerde ortaya çıkması… Korktuğumuz zamanlarda sık sık bu savunma mekanizmaları kontrolü ele geçiriyor. Korkuya açık olup onu hissetmek yerine, kendimizi korumak adına öfke ve şiddet eğilimi hissediyor, kaçıp gitme isteği duyuyoruz.
Kadınların korkacağı tonlarca şey var. Nasıl olmasın? Hikâyelerin çoğunda kadınlar geçmişe bakıp düşünüyorlar. Bu deneyimlerin bir kısmında apaçık hissettikleri ilk şey benliklerini kaplayan korku, çünkü bedensel zarar görme tehlikeleri çok yüksek. Bu hisse katlanıyorlar ve his zaman içinde öfkeye dönüşüyor. Erkekler için öfkeye dönüşen şey ise o anda istedikleri şeyi elde edememe korkusu.
SM: Evet, Philomela’nın dilini kesmeden önce Tereus’un öfkeli olduğunu, ancak korku da hissettiğini Ovid açıkça söylüyor. Ayrıca bu fikrin, “yalnızca kocasını kıskanan bir kadın” olduğu gibi kadın düşmanı düşüncelere yer bırakmadan, Juno’nun hikâyesini açıklaması da hoşuma gitti. Şiddete yönelmesine neden olan şey korkunun yanı sıra insanlarda geniş bir yelpazeye yayılmış birçok duygunun bir araya gelmesi.
NM: Juno’nun hikâyesini yazmak ilginç bir deneyimdi çünkü öç hikâyelerinin ve dönüşümlerin birçoğundan o sorumlu. Başta aşağılık biri olduğunu düşünüyordum. Fakat onun bakış açısından yazarken duruma daha büyük hassasiyetle yaklaşmaya, hâlden anlamaya, “Evet, bunu yaşamak korkunç olurdu, böyle bir öfke nasıl dışa vurulur ki?” demeye başladım.
SM: Hikâyelerin sıralamasıyla ilgili bir sorum da var. Kitaba bir yazar notu ekleyip hikâyeleri Ovid’in eserinde okuduğumuz sıralamayla sunmadığınızı çünkü öyküler arasında kendi yaratmak istediğiniz bir diyaloğa imkân tanıdığınızı söylüyorsunuz. Bu diyaloğu kurmaktaki amacınız neydi?
NM: Sıralamayı yaparken aklımda pek çok farklı şey vardı. Hikâyelerin uzunluklarını hesaba kattım. Bir kısmı günümüzde, sizin benim konuştuğumuz dilde ilerliyor, diğerleri ise mit geleneğine daha yakın—epik, zamandışı bir dil. Bu ikisini dengeli dağıtmak istedim. Hikâyelerden bazıları birbirine atıfta bulunuyor, bundan nasıl yararlanabileceğimi keşfetmek eğlenceliydi. Semele, ilk olarak Juno’nun anlattığı Echo hikâyesinde karşımıza çıkıyor, ardından çok daha deneysel bir biçimde başka bir kısımda… Beni en çok heyecanlandıran anlardan biri babasını baştan çıkaran ve psikanalitik terapi alan Myrrha karakterinin Pygmalion’ın torunu olduğunu fark etmemdi. Myrrha üzerine yazdığım hikâyede bu bağlantıyla ilgili çok ufak bir referans var. Kaçırsanız sorun olmuyor fakat referansları fark ettiğinizde hikâyeler arasında küçük sicimler beliriyor. Müzisyen değilim ama hikâye sıralamasını bir müzik albümündeki şarkı dizimi gibi düşünüyorum. Fazla şiddet içeren öyküleri daha az içerenlerle dengeledim; nitelik, uzunluk gibi kıstasları hesaba kattım.
SM: “Baucis” hikâyesi “Philomela ile Procne”nin hemen arkasından gelince başlamıştım bu konuda düşünmeye. Sıralama bu şekilde olmak zorundaydı, yoksa ilerideki hikâyelere geçemezdiniz.
NM: Tam olarak öyle. Dönüşümler’i okurken Baucis ve Philemon’un hikâyesi beni ağlatıyor. Her okuduğumda ağlıyorum, öyle güzel ki… Var olan en güzel, en dokunaklı hikâye. Procne ve Philomela’nın hikâyesinin ardından insan böyle bir şeye ihtiyaç duyuyor.
SM: Dönüşümler’de kadınların hikâyeleri genelde başka insanlar tarafından anlatılıyor. Sizin karakterleriniz kendi öykülerini anlatma şansı buluyorlar fakat bunun istisnaları da var: Syrix, Echo, Agave, “Pygmalion”daki fildişinden oyma kız… Neden bu hikâyeler başka kadınlarca anlatılıyor?
NM: Saydıklarınızdan bazıları “bizler” bakış açısından anlatılıyor. Bu hikâyeler yazma esnasında bana en güçlü hissettirenlerdi. Sanki bir takımın içindeymişim, hikâyeyi birlikte anlatıyormuşuz ve hep berabermişiz gibi… Bir takıma mensupmuşum gibi güçlü hissettim. Syrinx’in hikâyesi örneğin… Sesi elinden alındığını için çok üzgün—sesi rüzgârda yankılanan bir düdük sesine dönüşüyor. Syrinx bu sesten hoşlanmıyor; bu yüzden hikâyesini onun yerine bizler anlatıyoruz.Bu gibi kararların çoğunu bilinçli şekilde almadım. Şiiri okurken kulak kabarttığımda farklı sesler kendilerini bana duyurdu. “Tamam, Syrinx hikâyesinde bir kadın takımı olsun, olayı böyle böyle anlatsınlar,” diye düşünmedim. İçimden bu şekilde geldi diyebilirim.
SM: Bu özelliğin kitaba güzel etkileri olmuş. Fildişinden oyma kızı, Pygmalion’ın yaptığı bir heykelken hayata gelen kadını düşündüğümde, bunun bir “bizler” hikâyesi olduğunu fark ediyorum. Sonunda “Birazcık dalga geçtik ama bilsin istediğimizden…” yazıyorsunuz. Hikâyede karakterler onunla derisindeki çatlaklar nedeniyle dalga geçiyor fakat çok arkadaş canlısı bir şekilde… Bu kısım hoşuma gitti çünkü hikâyede belirttiğiniz gibi fildişinden oyma kız, Pygmalion’ın kadın nefreti sonucu var oluyor. Fakat sonunda onu bu kadın grubu içinde görüyoruz. Harika bir şey bu.
NM: Evet. Bu hem sevgi dolu bir tavır hem de “Hepimiz yanındayız” demek gibi bir şey. Hikâye ilerledikçe baş kahramanı daha gerçek bir hâl alıyor, biz de onu gittikçe daha fazla seviyoruz.
SM: Ovid’in eserindeki ana temalardan biri gücün kurbanlarını sessizleştirmesi. Kitabınız bu tema üzerine çarpıcı hikâyeler kuruyor ve Ovid’e bir anlamda şerh düşüyor. Ovid’in hikâyelerinde “sessizleşmek” gerçek anlamda dönüşüme uğramanın sonucuyken, sizin yazdıklarınızda kadınların söyleyecekleri şeyleri doğru şekilde dinlemememizden kaynaklanıyor. Io, Jupiter’i reddetmesine rağmen sesini duyuramayınca “Sözlerimin tesiri yok,” diyor. Sirenlerin sesleri ise yanlış yorumlanıyor: Gemilerdeki erkekler seslerimizi duydular ve karşı koyamadılar. Bu yüzden bize tehlikeli diyorlar. Aslında kendilerini kontrol edemeyen onlar. Bu kısım “mansplaining” ya da benzeri şekillerde konuşmaya dâhil olmadan kadınları dinlemenin ne anlama geldiği konusunda daha kapsamlı şekilde düşünmeme neden oldu.
NM: Bu konu hikâyenin ve bakış açısının geçerliliği ile ilgili. Bir şeyi belirli bir perspektiften belli şekilde yeterince dinlediğinizde inanmaya başlıyorsunuz. Deneyiminiz farklı bir şey söylese de, “Eh, belki de… Belki ben yanlış anlıyorum,” diyorsunuz. İndirgemeci davranmak istemiyorum ama kadınlar bunu daha sık yapıyor. “Belki fazla ciddiye alıyorum. Belki de sandığım kadar kötü bir şey değildi. Yoksa hatalı olan ben miyim?” Kendi algınız hakkında tekrar tekrar fikir yürütmek… Bence bu, insanların hikâyeleri duyulmadığında oluyor. Bu seslere geçerlilik kazandırmak kendi başına bir güçlendirme hamlesi gibi geliyor bana, “bu bakış açıları da tanrılarınki kadar geçerli ve duyulmaları gerekiyor” demek…
SM: Hikâyeleriniz, Ovid’in epik şiirinin çevirilerinde tecavüz sahneleri anlatılırken örtmeceye sık sık başvurulduğunun son derece farkında olduğunuzu düşündürdü bana. Örneğin Medusa, Neptün’ün ona tecavüz ettiğini anlatırken şöyle diyor: Bunun ardından olanları anlatmak için kullanılması uygun sözcükler “ele geçirip talan etti,” değil. “Masumiyetini aldı,” ya da “aşkına nail oldu” da değil. Sözcükler güç taşır. . . . Tecavüz. Tecavüz. Tecavüz. Tecavüz. Tecavüz. Adını koyalım. Alıntıda geçenler şiirin yayınlanmış çevirilerinde Ovid’in açıkça tecavüz (vitiasse) sözcüğünü kullandığı yerlerde erkek çevirmenler tarafından kullanılmış sözcükler. Bu “çeviri” meselesiyle ilgili düşünceleriniz süreci nasıl etkiledi?
NM: Bu konuda kafa yormak çok ilgi çekiciydi. Hikâyeler için Allen Mandelbaum’un ara sıra “tecavüz” sözcüğünü kullanan çevirisi üzerinden çalıştım. Özellikle “aşkına nail oldu” benim için şaka gibi bir şeydi. Hadi oradan! Bu bana, yine, bir şeyi sıkça duyduğumuzda farklı şekilde alımlamaya başladığımızı düşündürüyor.
Homer’i İngilizceye kazandıran ilk kadın çevirmen Emily Wilson, Odysseia Destanı’nda sirenlerle ilgili kısmı nasıl çevirdiğini anlatırken, “Şarkıları bal gibi döküldü dudaklarından” dizesini alıntılıyor. Erkekler tarafından yapılmış bu çevirilerde bu dizede sıkça “dudakları”, “dudakları”, “dudakları” denmiş. Yunanca aslında ise bu sözcük “ağız” insana o kadar seksi gelmeyen bir kelime. Buna gerçekten inanıyorum. Sözcük seviyesinde de olsa, duyduklarımız bu karakterleri, olayları, ihlalleri, dönüşümleri deneyimleme şeklimizi etkiliyor.
SM: Üstelik sözcük seçimi Medusa’nın hikâyesinde öyle çok şeyi değiştiriyor ki… Neptün ona tecavüz ettiğinde, Minerva yine Medusa’yı cezalandırıyor. Bunun ne büyük acımasızlık olduğunu anlamak için tecavüze uğradığını bilmek gerekir. Epikte geçen cinsel şiddete çok ilgi gösteriliyor ama, aslında, cinsel şiddet hakkında değil, değişim hakkında bir kitap bu. Sonunda, değişimin mümkün olduğu konusunda olumlu bir his oluşuyor insanın içinde. Okuyanı umutsuzluğa sürükleyen bir kitap değil. Sonuna vardığımda aklımda kalan kesinlikle bu olmadı.
NM: Bunu duyduğuma çok sevindim. Karanlık ve insana ağır gelen şeyler anlatıyor ama bunun ötesinde çokça neşe de var. Değişimin sürekli olduğu hissini veriyor insana. Şu an içinde bulunduğunuz durum hep böyle kalmayacak, ister korkunç bir durum isterse yaşadığınız en güzel şey olsun. Bu düşünce bana hem çok güzel hem korkunç hem de nefes kesici geliyor.