Una’nın 2019 yılının Eylül ayında Olcay Mağden Ünal tarafından Türkçe ’ye çevrilen ve Desen Yayınları tarafından yayımlanan Aramızda adlı kitabı, rastgele bir kitapçıda dolaşırken ilgimi çeken kapağı sayesinde okuduğum ve buraya yazarak elimden geldiğince çok okura (özellikle kadınlara) ulaştırmak istediğim bir resimli kitap. Kapağındaki elinde boş bir konuşma balonu tutarak yükselen kırmızı elbiseli kız çizimi, bana ilk bakışta Gezi Olayları’nın dünya çapında simgesi haline gelen “Kırmızılı Kadın”ı çağrıştırmıştı. Yine kapakta yer alan Kirkus Reviews ‘a ait “kadınların güçlenmesine yönelik görsel bir manifesto” yorumu da kitabı merakla alıp okumamı sağladı.
İlk baskısı 2015 yılında İngiltere’de Becoming Unbecoming adıyla basılan bu kitabın son sayfasında hem yazarı hem de çizeri olan Una hakkında şöyle yazıyor:
“Una ressam, akademisyen ve çizgi roman sanatçısıdır. Grafik roman ve anlatılarında, engellilik, psikoz, siyasi aktivizm ile kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet konularına odaklanır. Una, İngiltere’nin Yorkshire vilayetinde yaşıyor.”
Açıkçası benim de Una hakkında bulabildiğim bilgiler bundan ibaret. Una, kimliğini açık etmeden varolmayı tercih eden bir sanatçı. Yazdığı içeriklerde gerçek yaşamının da izleri olmasının bunda payı olduğunu düşünüyorum. Zaten Aramızda da, yazarın çocukluğunu geçirdiği Yorkshire adlı banliyö kasabasında bir seri katilin işlediği cinayetler üzerinden gelişen bir hikâye.
Yetmişli yılların İngiltere’sinde, Una’nın çocukluğunu popüler kültürle iç içe tanımaya başlıyoruz. Annesi evlenmeden ablasını doğurduğu için, o dönemin Avrupa kentlerinden beklemeyeceğimiz sosyokültürel bir dışlanmayı deneyimliyor Una’nın ailesi. Ama o, ilk çocukluk yıllarını sevgi ve özlemle anlatıyor. Yetmişli yılları Birleşik Krallık’ta geçirmek kulağa güzel gelse de, bir yandan da grevlerin yaşandığı ve kadın cinayetlerinin arttığı bir dönem sözünü ettiğimiz. Kitabın odak noktası olan Yorkshire Kasabı takma adlı adam da bu dönemde çıkan bir seri katil. Katilin yıllar süren kadın cinayetlerine polisin ve yerel basının son derece ilgisiz tavrı ve yanlı yaklaşımları sayfaların içinde çizimler eşliğinde akıp giderken Una’nın sanatı seven çocuksu ruhunun da yaşadığı cinsel saldırılarla paramparça olmaya başladığına tanık oluyoruz..
Ablasının çiçekli elbisesini giydiği bir gün Damian adlı adamla yaşadıkları, kimseye anlatmadan unutmaya çalıştığı bir yığın anının başlangıcı niteliğinde. Yorkshire’da birbiri ardına şiddete uğrayan, öldürülen kadınlar sokaklarda büyük bir korkuya yol açarken erkeklerin de kadınlara davranışları çok daha acımasız hâle gelmeye başlıyor. Una, lise yıllarında cinsel saldırıya uğramaya devam ettikçe içinde bulunduğu sosyal çevre, onu kaşar, fahişe gibi atıflarla dışlamaya başlarken aynı zamanda yaşadıklarını da kendine saklamasına yol açıyor. Artık yaşamından zevk almayan bu genç kız, ne doktora ne yakınlarına ne de kendine açabiliyor iç dünyasını.
Burada kitabın anlatımına ara verip belirtmek isterim ki, tacize uğrayan bir çocuğun sessizliğini anlamak açısından kitabın ilk yarısında yalın bir anlatımı var Una’nın. Cinsel saldırıya uğrayan bir genç kızın ruhsal durumu yaşamdan bir kesit olarak betimleniyor, içimizden herhangi birinin yaşamından bir kesit. Çoğumuz böyle şeyler yaşadık çocukluğumuzda. Ancak, yetişkin olduğumuzda içimize gömdüğümüz bu hisleri öylesine unutmak istiyoruz ki, yardıma ihtiyacı olan bir çocuğu yeterince anlayabilir miyiz düşünmek zorundayız.
Kitabın ikinci yarısında Una artık bir şeyler yapması gerektiğini düşünmeye başlıyor ve bunun hiç de kolay olmadığını fark ediyor. Şiddet suçlarının sebeplerine dair genel geçer fikirlerden, kendi düşüncelerinden, toplumun bakış açılarından söz ediyor.
“Av peşinde koşan erkeklerin kendi davranışları konusunda sığındıkları bahaneler, bütün dünyada, cinsiyet ve şeref konusunda kafaları fena halde karışık toplumlar tarafından günbegün hala fazla itimat görüyor” (s. 127)
“Saldırıya uğradıktan sonra alınacak uygun destek, yaşanan travmayı azaltır ve şiddet suçunun kurbanı olan kişinin iyileşmesine yardımcı olur.” (s. 129)
Beş sene boyunca polisler tarafından yakalanamayan Yorkshire Kasabı, tesadüf eseri bulunduğunda ardında onüçten fazla kadının yaşamını bırakmış. Una bu onüç kadını kitabın sonunda resimleyerek yaşasalardı neler yapıyor olabileceklerini hayal etmiş. Kendi yolculuğunda bambaşka bir insana dönüşmek ve geçmişini tamamen unutmak istemiş olsa da, gerçek bir cinayet vakası üzerinden resimlediği kitabında kadınlara yalnız olmadıklarını ve neler yapmaları gerektiğini açıklamak istemiş. Kadına yönelik şiddetin hem kişisel hem de toplumsal bakış açılarında nasıl bir yol katettiğini anlatan bir manifesto olmuş onunkisi.
Una son sözünde ise şöyle demiş:
“Çizmeye başladığımda yaptığım şeyi birilerine göstermeyi dahi planlamamıştım. O yüzden şimdi bunu bütün dünyayla paylaşmak biraz tuhaf geliyor. İlk çizimlerin çoğu sonsuza kadar bende kalacak, ama erken aşamalarda yaptığım birtakım soyut çizimler kitaba dahil edildi. Bu çizimlerin geleneksel anlatı panellerinden farklı olarak, daha bilinçdışı ve sembolik düzeyde işlev gösterdiklerini söylemek mümkün. Bana kalırsa, muhtemelen kelimelerin başaramayacağı türden bir iletişim kuruyorlar. Kitaptaki farklı görsel yaklaşımlar ve deneyler, görsel bir hikâyenin nasıl anlatılacağını o hikayeyi anlatarak kat edilen yolu gözler önüne seriyor. Bu belki toplumun değer vereceği bir kitap değil, ama iyi bir kitap olduğunu umuyorum. Sağaltıcı da değildi, ama özgürleştiriciydi.” (s. 203)
Una’nın kendi kitabına ilişkin son paragrafını buraya koyma nedenim, kitabın her yaştan ve her kesimden okuyucuya hitap etme amacıydı. İçinde yaşadığımız toplumda, hemen hemen her kadının çocukluğunda en az bir kez saldırıya uğramış olduğunu ya da uğramaya devam ettiğini söylemek mümkün. Buradan Desen Yayınları’na da böyle bir kitabı bizlere sunduğu için teşekkür etmek isterim. Umarım bu yazıyla da kitabı daha çok insana ulaştırabilirim. Daha da önemlisi umarım çok yakın bir gelecekte biz de toplumsal adaletin yerini bulabildiği bir yerde yaşadığımızı hissetmeye başlarız.