Tanıdığım bir kadın vardı, adı Suat Topkara. Ölümünün üzerinden çok zaman geçti. Benim hatıralarımda zannediyorum seksenli yaşlarını sürüyordu. Televizyon başında film seyrederken sürekli sorular sorardı. İlerleyen yaşı hikayeleri takip edebilmesine, ayrıntıları yakalayabilmesine mani oluyordu. Sürekli “bu kadın kim, bu adam nerden çıktı, neden öyle dedi ona şimdi bu?” gibi sorulardı bunlar. Film heyecanlıysa ardı arkası kesilmeyen soruları diğerlerince hoş karşılanmıyordu. Terslendiğinde soru sormaktan vaz mı geçerdi? Hatırlamıyorum. Ama hayatta en sevdiği uğraşından, eğlencesinden olmamak içindi ısrarı aslında. Filmlere, hikâyelere öylesine bakmak istemiyor, mutlaka anlamak istiyordu. Sinema sevdası, hayatının içinde ikinci bir hayat gibi kök salmıştı. Torunu Sevgi Çakar ile Suat Topkara’nın sinema maceraları hakkında konuştum. Nefis şeyler anlattı. Sinemada buluşan kadınların da hikâyeleri hep bunlar.
“Tabi 1960’larda, kısmen 1970’lerde televizyon yok, radyo var sadece. İnsanları oyalayan, eğlendiren bir şey sinema. Babanem tam bir sinema hastası, ama sadece o mu, o dönem çok kadın sinemada buluşuyor. Sinemalarda, gazinolardaki gibi kadınlar matinesi yok ama sabah matinelerine çoğunlukla kadınlar gidiyor. Hatırlıyorum Pazar sabahları giderdik babanemle. Saat onda, on birde olurdu ilk matine. Sırf kadınlar vardı orada, hep böyle ev kadınları, konu komşu toplaşıp gelmişler. Hayatlarında belki en önemli şey o gün, orada olmak. Bir gidip, iki saat orada mutlu oluyorlar, ağlıyorlar, duygusal anlamda bir boşalma yaşıyorlar. Artık bir terapi midir nedir o bilemiyorum. Hayatlarından, belki yoksulluktan sıkıntıdan kaçıp, ağlayıp, rahatlıyorlar herhalde.”
“Ben altı yedi yaşıma kadar babanemle yattım. Büyüyüp, yatağa sığamaz hale geldiğimde ayrıldık onunla. Her yere götürür, çarşıya, pazara, eşe dosta, sürekli beraberiz. Gittiğimiz filmler hakında sonradan konuşur muyduk hatırlamıyorum, ama seyrederken kendini filme çok kaptıran bir kadındı. Bir kovalama sahnesi mesela, adam kadını kovalıyor, tutamaz kendini bağırırdı “körolası, bırak kızı, kızım kaç kaç” diye. Sadece filmlerde değil, tiyatroda da böyle. Mesela tiyatroya giderdik. Kocamustafapaşada Çevre tiyatrosu vardı, Altan Erbulak, Metin ve Nevra Serezli, ona bilet alırdık, en ön sıraya otururuz mesela ailece. Çoğu zaman komedi oyunları seyrettiklerimiz. Komik sahneler olur, herkes güler, gülme biter, babanemin gülmesi devam eder. Artık bütün salon babaneme bakardı, hatta bir defasında oyuncular döndü baktı kim bu kadın diye. Gülmesi bitmiyor.”
“Aksaray’da yazlık sinema varmış çok, onlara kaçar gidermiş çoğu zaman babanem. Kocası da anlayışlı biri değil. Gizli gizli gidiyorlar, korka korka eve dönüyorlar. Ne yapacak şimdi acaba diye. Halamla giderlermiş, halamı eve önceden yollarmış babanem, ilk tepkiyi o göğüslesin diye.”
“Bana da onunla gitmem için “hadi gel Türkan Şoraylıya gidelim, ağlarız güzel olur” derdi. Türkan Şoray favorisiydi. Her Pazar gitmek zorundayız sinemaya, kafaya koyuyor babanem gidilecek tabi. Kar yağıyor İstanbul’da mesela, ben de küçüğüm, altı yedi yaşındayım belki. Dedi ki gene bir gün sinemaya gidelim. Nasıl gideceğiz? Kar, kış kıyamet her yer. Hiç unutmuyorum Yıldız Sineması’na gidiyoruz, tam bir dik yokuşun tepesinde o sinema. Yokuşu nasıl tırmanacağız? Yerler buzlu. Ayakkabılarımızın üstüne erkek çorabı giydik kaymayalım diye. Elimizde bir de naylon torba, o zaman sobalı tabi evler, torbanın içi kül dolu. Önümüze kül döke döke gittik o gün sinemaya. Şimdi düşününce ne var, gitmeyiver değil mi? Yaşlı kadınsın sen, düşsen bir yerin kırılsa, kolunda çocuk ya bir şey olsa? Ama tabi etrafta ne araba var, ne trafik var o zamanlar, sakin heryer. Ve bir gittik, bütün sinema dolu. Herkes gelmiş. Kimseyi durdurmuyordu kar. Nasıl durdursun, o kadınların hayatlarındaki belki tek eğlenceydi bu.”
“Bir filmi hiç unutmuyorum, çünkü çok ağlamıştık onda. Filiz Akın, Kartal Tibet oyunuyor, filmin adı Zambaklar Açarken, Tam Yenikapı caddesi üstünde, Aksaray’da Bulvar sinemasında seyrettik o filmi, kapanalı yüzyıllar oldu o sinema. Sonra tabi biz büyüdük ve Türk filmlerini beğenmemeye başladık, alay ediyoruz ortadan. “Aa aa babane bak bak zengin kız, fakir oğlan, içkisine ilaç attı bak” falan diyoruz. Müthiş sinirlenirdi babanem: “İbret bunlar ibret gerçek hayat bunlar seyredin ibret alın” diyordu. Hiç laf söyletmiyordu filmlere. Bir de öpüşmeli, sevişmeli sahneler olduğunda, elinin parmaklarını birleştirir, “Oh, kan yapar” derdi her defasında. Hatırlayınca çok gülüyorum tabi şimdi.”