Arkadaşlarımla oturuyoruz, hepsinin saat başı telefonları çalıyor. Anneler, babalar, abiler… “Eve saat kaçta döneceksin? Geç gelme sakın, erken kalk.”, “Hemen şimdi kalkıyorsun ve yurda giriyorsun saat çok geç oldu, odana girince ara beni.” “Kızım dikkatli ol gelirken o tenha yoldan geçme, biber gazını da evde unutmuşsun, bak dikkatli ol bir dahaki sefere.” “Aman kızım, dikkat et. Biliyorsun her gün başka bir kadın…” Hiçbiri tamamlayamıyor cümlesini. İnsanın aklına gelmeyen başına gelir ama kötü şeyi de dillendirmeyelim, duyup yanaşmasın kıyımıza köşemize. Kızlarımızın hem kulağı delik olsun hem de belaları anarken kısılsın sesleri.
Yanımızdaki birkaç erkek arkadaş çalan telefonları hafif tebessümle izliyorlar. Onların çalmayan telefonları kadar geniş güvenlikli alanları var. Bizim telefonlarımız çemberimizden çıkıverdikçe çalıyor. Onlarsa sürekli cümlelerini bölen aramaları hoşgörüyle karşılıyorlar.
Önlem almak gerekiyor diyor erkek arkadaş ve devam ediyor: Aile Bakanı’nın “çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin” demesi çok doğruydu mesela. Çocuklar küçük yaştan hazırlıklı olmalı tacize. Ben de en az sizin kadar endişeleniyorum, ablam için endişeleniyorum diyor.
Sormak istiyorum, ondan önce anlatmak istiyorum. Anlasın istiyorum. Bu korumacı tavrıyla üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini sanarken aslında bir yandan da kendi elleriyle beslediği sistemle neden yüzleşemediğini, ablasınınkine nispeten konforlu hayatını yaşarken medyada şahit olduğu ‘canice cinayetlerin’ nasıl oluyor da kıyısına köşesine uğramadığını sorgulamak istiyorum. “Erkek şiddetinin vardığı boyutlara bir dur demek lazım” derken karşımda bir erkek olarak koltuğunda zerre huzursuzlanmadığını, mahcup olmadığını fark ediyorum. Şimdiye kadar kullanmaya alıştığı tüm savunma mekanizmalarını harekete geçirerek, kendisini güvenceye almaya çalışmadan ve sinirlenmeden yanıtlayabileceğine inanıp sormak istiyorum;
Ablan, dışarıdaki tehlikelerden değil, senin arkadaşlarından korunmak zorunda kaldığı için akşam eve geç dönemiyor. Tecavüz senin aklında küçüklükten alıştırıldığın tek kale maç muhabbetlerindeki mecazlarla birlikte meşrulaşmaya başlıyor. Baban seninle, kız kardeşinden daha akıllı olduğun için değil onu yine senin arkadaşlarından koruyabileceğin için gurur duyuyor. Bu koruma için senin hiçbir şey yapmana gerek de yok üstelik, kız kardeşinin, kız arkadaşının, yengenin, kuzeninin yanında sadece yürümenin bile onu dışarıdaki erkek tehlikesinden koruyacağına inanılıyor çünkü zaten sen ve arkadaşların, hiçbir şey yapmasanız bile gölgelerinizin varlığı tüm kadınların can güvenliğini tehdit ediyor. İlkokulda başlıyorsun laf atmayı öğrenmeye. Çünkü havalı, belki tatmin edici. Sana böyle olduğunu kim öğretti bilmiyorum. Laf attığın kız koşa koşa yanından uzaklaşırken sırıtarak kutluyorsun zaferini arkadaşlarınla. Sokaktaki gölgeniz sessiz kalmıyor. Islık çalıyor. Şarkı söylüyor. İma ediyor.
Sen, sokakta istediğin gibi yürüyebilirken ablanın o filmi neden akşam seansında izleyemediğini hiç düşünmüyorsun. Bundan rahatsız olmuyorsun. Senin konforun, ablanın sınırlandırılmışlığını görmeye gerek duymayacağın kadar geniş bir alana yayılmış çünkü. İlişki kurduğun ve/ya henüz kurmadığın, ucundan kıyısından iliştiğin her kadını değersizleştirmenin bir yolunu buluyorsun çünkü önce aile sonra okul ve elbette sokak sana bunu öğretiyor. Kadın vücuduyla ve vücudu için giriyor aklına. Senden daha çok şey bilen bir kadına rastlarsan afallıyor, senin kadar tarih, senin kadar bilim, senin kadar siyaset, senin kadar matematik bilgisi olanını alt etmenin bir yolunu arıyorsun. Bulamayınca onu erkekleşmiş ilan edip kadınlıktan şutluyorsun. Koluna takıp vitrin süsü gibi gezdirmek dışında bir yolla kadınla yüz yüze gelmekten korkuyorsun. Çünkü zaten yürüdüğün yolda, gece seansına rahatlıkla gittiğin sinema salonunda, eve dönerken, bindiğin dolmuşta, çıktığın seyahatte, yaptığın araştırmada çok az yalnız kadınla karşılaşıyorsun ve bu her nasılsa şimdiye kadar hiç aklını kurcalamamış oluyor. Sana “neden hiç kâşif kadın yok?” sorusunu ağzını yaya yaya sormayı öğreten okulların hiçbirinde kadınların eğitim hakkını nasıl ve ne zaman elde edebildiklerine yönelik bilgi verilmiyor. Ve sen her nasılsa, büyüyüp kendini gerçekleştiren ve bunun olabilmesi için aslında hiçbir zorlukla karşılaşmayan çünkü tüm kurumları kendine hizmete hazır ve nazır bulan bir adam olduğunda yine her nasılsa bunun da aklını hiç kurcalamadığını fark etmiyorsun. Ailen ablanı ya da kız kardeşini değil de seni soyadı taşıyıcısı, namus kollayıcısı, hane temsilcisi seçerken ve kundaktan mezara kadar yetecek özgüvenin için her fırsatta seni beslerken kardeşlerin yerine neden senin seçildiğin de her nasılsa ama her nasılsa aklını hiç kurcalamamış oluyor. Ablan ve kız kardeşine ve komşunun kızına ve öğretmenine ve herhangi bir yerdeki herhangi bir kadına, istemedikleri hâlde konuşmak zorunda kalmamak için, taciz ve tecavüze uğramamak için sokakta öldürülmemek için, yolda öldürülmemek için, evde öldürülmemek için, herhangi bir yerdeki herhangi bir adam tarafından öldürülmemek için çığlık atmaları öğretiliyor. Yaşamın diğer tüm alanlarında sessiz kalmaları, seslerini çıkarmamaları, kendilerini ileri sürmemeleri tembihlenen kadınlara ancak ve ancak ölümle burun buruna kaldıkları takdirde çığlık atmaları öğretiliyor. Yaşayabilmek, bir kadın için avazı çıktığı kadar bağırmakla mümkün oluyor. Sen, bir elinle sesi çıkan kadının ağzını kapatmaya, diğer elinle de kulağını tıkamaya çalışırken, açıkta kalan diğer kulağına gelen sese, uykundan uyandıran sese, yolundan eden sese, evlerden sızan, sokaklardan taşan sese, dönüp de neden bakmadığını hiç sorgulamıyorsun. Kadınların hayatta kalmak için avaz avaz bağırmak zorunda kalmaları da her nasılsa senin aklını şimdiye kadar hiç kurcalamamış oluyor.
Sen anlat şimdi, tüm bunlar nasıl oluyor?
*Özgecan’ın haberini aldığımdan bu yana aklımı toplayan kadına, bu yazıyı yazarken zihnimdeki kırıntıları toparlayan kadına, Ayşegül Ergül’e, kız kardeşime teşekkür ederim.