Gün o gün sevgili okur!
Torunlarımız “nineciğim, dedeciğim Donald Trump ABD’nin (dünyanın) başına geçtiğinde sen ne yapıyordun,” diye soracaklar ve biz bugünü ayrıntılarıyla anımsayacağız.
Psikolojide bu tip deneyler vardır. Ben de üniversite öğrencisiyken, üç beş not (biz kredi derdik) için gidip psikoloji bölümündeki arkadaşlarımın deneylerine denek olarak katılırdım. Bir defasında şöyle sormuşlardı: “17 Nisan 1993 günü ne yapıyordun?” (Sevgili okur, sizin için tarih kadar eski bir gün olabilir bu ama şunu hatırlamanızı isterim ki ben üniversitede okurken 1993 henüz mazinin bir parçası değildi.) Ben doğal olarak o gün ne yaptığımı, nelerde gezdiğimi, ne giydiğimi filan hatırlamıyordum.
Sonra şöyle sormuşlardı: “Turgut Özal’ın öldüğünü duyduğunda neredeydin?”
Araba kullanıyordum. Yepyeni bir ehliyetim vardı. Arabam da yepyeniydi. Bordo Skoda Favorit. Yağmur yağıyordu ve ben arka camdaki buğuyu nasıl çözeceğimi bilmiyordum. Yanımda ve arka koltukta dört tane arkadaşım oturuyordu. Nefesleri de arka camda buğu olarak beliriyordu. Yeşilyurt’a bale dersine gidiyorduk. On sekiz yaşını geçmiş tek reşit bendim aralarında ve elbette servis şoförlüğü de bana düşmüştü. Dışarısı yağmurlu, içerisi buğulu bir halde TEM’de yol alırken kaygıdan içim içimi yiyordu, dua ediyordum kaza yapmamak için.
İşte tam o sırada arka koltuktan Viki birden hatırlamıştı: “Turgut Özal ölmüş!”
Daha internet yoktu o zamanlar. Marifetli telefon da yoktu. Viki bu haberi benim arabama binmeden önce öğrenmiş ama yağmur, debriyaj, silecekler, rezistans, TEM’e nasıl gireceğiz kargaşasından aklından çıkmıştı anlaşılan. İnanmadık biz de. İnsan böyle bir haberi unutur mu? Hadi canım dedik. Yemin etti. Özal koşu bandındaymış, sabah idmanını yapıyormuş, kalp krizi geçirmiş. Houston’lu doktorların kim bilir kaç defa açıp damarlarını temizleyip kapattıkları kalbi duruvermiş.
Tarih 17 Nisan 1993’dü. Ben o gün ne yaptığımı hiç unutmadım.
Bugün de öyle bir gün işte. Yine unutmayacağım. Facebook arkadaşlarımdan mürekkep küçük dünyama baktıkça bundan iyice emin oluyorum. Küçük dünyamdaki Amerikalılar şokta, herkes yasta, ümitsizlik diz boyu. Akılsızlığa söven sövene… Hele küçük Facebook dünyamın Portland bölümünü görseniz… Gözyaşı ırmağı. “O benim başkanım değil ve asla olmayacak” ilanları. (Aramıza hoş geldin Amerikalı dost!) Kaliforniya, Oregon ve eyalet olan Washington’u da kapsayan Batı kıyısını Kanada’ya yamamak isteyenler, bağımsızlık savaşına hazırlananlar, yasaların esrar satışına ve kullanımına izin verdiği (yine bahsi geçen eyaletler ve birkaç tane daha) bölgelerdeki arkadaşlardan korku içinde ot dükkanlarına koşanlar… (Meksika sınırına -yine Meksikalı işçileri kullanarak- duvar öreceğini söyleyen yeni başkan, tembellik ve hayalperestliği pekiştiren esrarın legal ticaretine de uzun süre tahammül edemeyecektir elbet.)
Uzun lafın kısası benim küçük dünyam kan ağlıyor.
Ama sevgili dostlar, eğri oturup doğru konuşalım: Ne bekliyorduk? Demokrasinin, yani bir ülkenin hasbelkader orada doğarak ya da çalışıp çabalayarak vatandaşı haline gelmiş insanlarının çoğunluğunun dünyayı idare edecek kişileri tayin etmesi şeklinde tanımlanan demokrasinin artık bir yönetim biçimi olarak sonunu tükettiğini bilmiyor muyuz? Son kırk yıldır sosyologların, siyasal bilimcilerin dillerinde tüy bitmedi mi bunu bize anlatmaya çalışırken? Eğitim seviyesinin ışık hızıyla düştüğü ve eğitimsizliğin yüceltildiği bir dünyada televizyon karşısında uyuşan zihinlerin düşünme yetisini yitirdiğini, düşünemeyen kafaların her duyduğuna inandığını, inandıkça korktuğunu, korktukça televizyondan medet umarcasına yine evine uyuşmaya koştuğunu görmüyor muyuz?
Ben, herkesin adalete, erdeme inandığı, haksızlıklar karşısında ilan (post yani) üzerine ilan kopyalayıp yapıştıran, özenle seçtiğim çevreci, feminist, insan hakları savunucusu, mağdurun yanında, sanatçı, yaratıcı, komik, yüksek IQ, yüksek EQ vs vs sahibi Facebook dostlarımdan mürekkep küçük dünyamda yaşarken bile, bu sonucu bekliyordum.
Bekliyordum ve çok da aldırmıyordum. Çünkü dünyanın, ABD’nin ve dahi ülkemizin başına kim geçerse geçsin, ipleri oynatanlar onlar değiller. Yani olacaklar yine olacak. Onlar hep olacak. Olacaklar karşısında biz KİM olacağız? Yazar olarak, öğretmen olarak, insan olarak ben bunu soruyorum.
Küçük dünyam kan ağlıyor. Evde eşim sahiden ağlıyor. Mesafeli sosyolog şapkamı taktım ve ağlayanlarla dalga geçiyorum sanılmasın lütfen. İnandığımız değerlere sahip dünya elimizden kayıp gidiyor. Biliyorum. Farkındayım. Ben de yastayım. Uzun zamandır yastayım. Ama ilk gençliğimi düşünüyorum. Benimkine çok da uzak olmayan bir özel okulun duvarına “barış istiyoruz” diye poster asan yaşıtım bir genç kızın gözaltına alınmasını, benzer bir eyleme hazırlandığım için beni susturan arkadaşlarımın tembihlerini, bir yaz akşamı komşu ziyaretinden dönerken karga tulumba arabaya tıkılıp Ümraniye ormanlarında defalarca tecavüze uğrayıp sonra öldürülen ana kızın hikâyesini, yargısız infazları, kendi dışkılarını yemeğe zorlanan mahkûmları… Hepsini hatırlıyorum. Bunlar benim dünya yüzeyinde ve tarihinde (pardon ama doğru) çok da önemli bir yer tutmayan ülkemden örnekler. Genç ruhumu sarsmış birkaç olay sadece. Sadece benim hayat sürem içinde, bir tanecik ülkede bu hikayelerin yüzlercesi, binlercesi türedi. Zamana ve mekana yaydığınızda milyonlarcası…
Ne var yani hoşuna giden kadınların vajinasını avuçlamakta bir sakınca görmeyen, ABD’nin Meksika sınırına (3201 km!) duvar dikmeyi planlayan, dünyanın tüm Müslümanlarının terörist olduğuna canı gönülden inanan bir adam ABD’nin (ve dünyanın) başına geçtiyse? Bir milletin (ve kuvvetle muhtemel dünyanın) yarısı onun yücelttiği değerlere zaten inanıyorsa (değer dediğin nedir ki, yükselir, alçalır, borsa gibi bir şeydir) ne yapacağız? Küçük çemberimizi beraberce kurduğumuz insanlarla bir arada ağlamak, dertlenip, dövünmek neye yarar?
Dünya bir değerler savaşı ile karşı karşıya bana sorarsanız. Özgürlüğü, adaleti, erdemi, eşitliği, vicdanı, dürüstlüğü değerler listesinin tepesine koyanlarla, başka değerlere inananların savaşı. İşin tuhafı (belki de değil) iki taraf da kendi değerlerinin kutsallığından şüphe duymuyor. (İpleri ellerinde tutanların bu savaşta kimi desteklediklerini söylemeye bile gerek yok.) Bugün bir cephede daha yenildiğimizi düşünüyoruz. Ona ağlıyoruz. Ama yenilmedik. ABD seçimlerini Trump değil de Clinton (niye literatürde Donald Trump soyadı ile varolurken, Hillary Clinton’a sadece Hillary deniyor, onu da sorgularım) kazansaydı da biz zafer yanılsamasından başka bir şey kazanmayacaktık.
Yitirdiğimiz cephe bu seçimde değil. Hayatta. Kendi seçimlerimizde. Rahatımız için vazgeçtiklerimizde. Korkup da dilimizi ısırdığımız anda gerçekleşen oto-sansürlerimizde. İki yüzlü ilişkilerimizde. Bizden olmayanı lanetleyişimizde. Nefret söylemine kattığımız her bir sözcükte. İçimizde bir türlü kapanmayan boşluğu doldurur umuduyla durmadan katıldığımız o şu bu eğitimlerde. Atamayıp da sakladığımız ama üzerine daha da fazlasını eklediğimiz giysilerimizde, sırf geri dönüşüm kutularına götürmeye üşendiğimiz için çöpe attığımız cam kavanozda, kağıtlarda, ufak tefek üç kağıtçılık numaralarımızdan duyduğumuz gururda. Sevgisizlik korkusuyla itiraf edemediğimiz kabahatlerimizde, eh bu seferlik de böyle olsun diyerek yüzleşmekten kaçındığımız günlük adaletsizliklerde.
Bu bir değerler savaşıysa dünyadaki, şimdi değerlerimize sarılmamız, taviz vermez bir güçle sarılmamız için en iyi zaman.
Ana görüntü: “Trump benim başkanım değil.” Seçimin ertesi günü ABD’nin pek çok yerinde kullanılan sloganlardan biri. Fotoğraf Connecticut Üniversitesi’nden. Kaynak