Robin Craig’in Transgender Marxism [Trans Marksizm] kitabının yazarları Joanne Gleeson ve Elle O’Rourke ile yaptığı, 1 Haziran’da Huck Magazine’de yayımlanan röportajın çevirisidir.
Tarihçi ve yazar Joanne Gleeson ve iktisatçı ve cinsiyet teorisyeni Elle O’Rourke ile trans hayatları ve hareketi Marksist bir bakış açısıyla yorumlayan yeni kitapları Transgender Marxism [Trans Marksizm] üzerine konuştuk.
Trans hakları şu anda bir kriz döneminde. Sadece geçtiğimiz yıl, Birleşik Krallık’ta on sekiz yaş altı trans çocukların sağlık hizmetlerine erişiminin kısıtlanması tehdidine, Tennessee’de trans kişilerin cinsiyet kimlikleriyle uyumlu tuvaletleri kullanmasını engelleyen yeni bir yasanın yürürlüğe girmesine ve Macaristan’da trans ve interseks vatandaşların yasal statülerinin ellerinden alınmasına tanıklık ettik.
Bu ortamda Trans Marksizm (Transgender Marxism, Pluto Press) kitabı, “transmarksist” makalelerle kapitalist düzende transların hayatta kalma biçimlerini inceleyerek trans hayatların ve hakların karşı karşıya olduğu küresel saldırıya bir cevap niteliği taşıyor. Trans akademisyenler, aktivistler ve hayatta kalanların anlatılarını bünyesinde toplayan kitap, translık ve sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi, ayrımcı iş yerlerinde, çekirdek ailelerde, devlet şiddeti ve erişilemez sağlık hizmetleri karşısında nasıl hayatta kalınabildiği gibi örneklerle anlatıyor.
Kitapta transların beklenmeyen bir şekilde devrimci örgütlenmelerde ve sistem karşıtı çevrelerde öne çıktığından bahsediyorsunuz. Sizce neden translar sıklıkla politik örgütlenmelerin ön saflarında yer alıyor?
Gleeson: Bu soruya verilecek en basit cevap aslında transların en kötü şartlara maruz bırakılması. Birçoğumuz uzun süreli işsizlikle başa çıkmak zorunda kalıyoruz, bir yandan da, ağırlıklı olarak çalıştığımız sektörler işçi örgütlenmesine karşı oldukça dirençli olmalarıyla ünlü. Fakat durum “translar genelde yoksul işçilerdir bu yüzden sınıflı topluma karşıdırlar” kadar basit (her ne kadar doğru olsa da!) değil. Transların, bilindik sömürü döngüsünün dışında özgün bir kapitalizm deneyimi var.
Cinsiyet uyum sürecinde edindiğimiz deneyim, bizlere “doğal” ve kaçınılmaz olarak sunulan birçok şeyin, aslında oldukça esnek ve insanların fark ettiğinden çok daha fazla değişim kapasitesine sahip olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye zorlar. Endokrin sistemine (vücudun hormonlar aracılığıyla sürekli kendini dengelediği sistem) dair yaptığımız araştırmalar henüz yüzyıllık bile değil. Günümüzde translar bu sisteme dair yaptığımız buluşların meyvesini yerken aynı zamanda cinsiyetli bedenlerin genel olarak kabul gören düzenine karşı da bir tehdit oluşturuyor. Bu düzense şimdi bizim hayatlarımız pahasına kendini kanıtlamak durumunda.
O’Rourke: Uyum sürecinin kendisinden bir tür devrimci potansiyel devşirmeye kalkmak safça ve yanlış olur. Fakat uyum süreci son derece kişisel ve özel bir süreç, toplumsal hayatımızın neredeyse her alanında etkisi olduğundan, sıklıkla kendisinden önce var olanla ciddi bir kopuş gerektiriyor. İnsanın kendisiyle, ailesiyle, doktorlarıyla, okuluyla, işvereniyle ve devletle yeniden ilişkilenmesi gerekiyor.
Sınıfsal avantajları sayesinde bu süreci çoğunluktan çok daha kolay karşılama gücü olan transların hayatlarında bile denge bir anda bozuluyor. Bu da beraberinde toplumsal sömürü düzenine dair yenilenmiş ve özgün bir anlayışı, kişinin kendi bedeni üstünde söz hakkına sahip olmasının ne kadar değerli olduğunu anlamayı ve sistemi değiştirmek isteyenlerle bir araya gelme arzusunu getiriyor. Kate Doyle Griffiths’in de dediği gibi “Sol, kuirlere ve translara garip bir şekilde ‘hoşgörülü’ değil, solun içinde bizler de varız.”
Trans kimliklerin tarih boyunca Marksizmle uyuşmuyor gibi görüldüğünü düşünüyor musunuz?
Gleeson: Evet, bu bakış açısı hâlâ varlığını sürdürüyor ama ben oldukça sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Bu kitapla başarmak istediğimiz, hareketlerimizin “somut koşullar” ile “kimlik siyaseti” arasında kurduğu zıtlığı bozmak. Halihazırda bu kısır döngüden bizi çıkarmaya yardımcı olan birçok Marksist yazın var, son yıllarda akla gelen örnekler arasında Asad Haider’in Mistaken Identity [Kimlik Karmaşası] ve Ashley Bohrer’in Marxism&Intersectionality [Marksizm ve Keşisimsellik] kitapları yer alıyor. Bizim derlememiz ise aynı durumu translar açısından ele alıyor, sınıflı toplum bize kimlikler biçiyor ve bu kimlikler üzerinden verdiğimiz mücadele her şeyden önce sömürüye direnmekle ilgili.
O’Rourke: Marksizm ve trans mücadelesi arasındaki ilişki “mutsuz bir evlilikten” çok birbirine karşı ilgisizliğin yarattığı derin bir uçuruma benziyor. Fakat Marksizmin belirli “toplumsal problemler” ile (cinsiyet, ırk, cinsellik, anti-emperyalizm ve sömürge karşıtı mücadeleler) temelden uyumsuz olduğu savunuyorsanız aynı zamanda Marksizmin nasıl 20. yüzyılın, istisnasız, açık ara farkla en yaygın toplumsal teorisi olduğu sorusuna da cevap vermek durumundasınız.
Marx toplumun her kesiminden, sınıfından, farklı ulustan insanlar tarafından farklı bağlamlarda geçtiğimiz iki yüz yıl boyunca okunmuş, farklı jenerasyonlardan radikaller tekrar tekrar Marx’a dönmüş ve sadece kendi koşullarını anlamanın bir yolunu değil belirli derecelerde yaratıcı adaptasyon stratejileriyle bu koşulları değiştirmenin yollarını bulmuşlardır. Eğer başkaları burada çözülmez bir uyumsuzluk görüyorsa bu onların zararına olacaktır.
Birleşik Rusya, Macaristan’dan Fidesz ve Brezilya’dan Sosyal Liberal Parti gibi aşırı sağ rejimlerin translığı kültürel yozlaşmanın bir sembolü olarak kullandığından bahsediyorsunuz. Transların özgürlük mücadelesi uluslararası bir mücadele midir?
O’Rourke: Kesinlikle. Ayrıca bu mücadele sadece yoldaşlığın getirdiği samimi duygular üzerine kurulu değil, gerçekten aidiyet, yakınlık ve dayanışma ağlarından oluşuyor. Translar için dünyanın her yerinden arkadaşlar, sevgililer ve yoldaşlar edinmek yaygın bir durum ve bir noktada bu ilişkiler aracılığıyla ilaçlara ulaşmamız sağlanıyor, evlerimizin elimizden alınmasına karşı mücadele ediliyor ya da güvenli bir yer bulmamıza yardımcı olunuyor.
Özellikle trans kadınlar, daha genel anlamda toplumsal değişimin ideal belirtisi olarak işlev gördüklerinden aşırı sağ için toplumsal yozlaşmanın figürleri durumda. Cinsiyetin günlük hayat performansının, bedenlerde temsil edilme şeklinin ve deneyimlenmesinin değişmesi “gelenekselin” (gerçek ya da hayali) yıkılmasına dair politik kaygının önemli bir kaynağı. Bu tür belirli göstergelerin doğrulanması giderek zorlaştıkça, doğrudan bunlara karşı çıkıldıkça ya da gerektiği gibi uygulanmadıkça verilen tepki cinsiyet, düzeninin yeniden uygulanmasını isteyen şiddetli bir meydan okuma haline geldi.
Gleeson: Transların sağ tarafından ülkedeki çöküşün günah keçisi olarak kullanılmaktan daha fazlası olduğunu hatırlamak gerek. Sağ hareketlerin dünya genelinde zaferini elinden almak için verilen mücadelenin içinde büyük bir çoğunluk olarak yer alıyoruz. Örneğin, Virginia Guitzel’in kitapta yer alan “Notes from Brazil” [Brezilya’dan Notlar] başlıklı makalesi hem Jair Bolsanaro’nun translara karşı başlattığı saldırının hem de bu saldırıyı durdurmak için verilen mücadelenin bir özetini sunuyor.
Kitlesel bir şekilde pazarlanan bir kitapta trans teorileri yayımlamanın neden önemli olduğunu düşünüyorsunuz?
Gleeson: Trans düşünce dünyası genellikle sosyal medya gönderileri, fanzinler, sosyal merkezlerde yürütülen tartışmalar ya da örgütlenme toplantıları gibi kısa ömürlü mecralara sıkışmış durumda ve bu alanların hitap ettiği kitle dar (her şeyden önemlisi de güvenlik için.)
Bu tür mecraların kalıcılığı yok, hatta bazen tam da kalıcı olmasın diye tasarlanmış oluyorlar. Bunun değişmesini beklemiyoruz ama Transgender Marxism, transların ulaştığı teorik ilerlemenin daha kalıcı ve ulaşılması kolay bir kanıtı işlevini görüyor. Bu derleme, ilk kez kapsamlı bir okuyucu kitlesine bu aktarımı yaparken aynı zamanda, umarız ki, trans devrimcilerin gelecek yıllarda dönebilecekleri bir kaynak işlevi görecek.
O’Rourke: Bu kitabı basabilmemiz bile son yıllarda gittikçe daha inançlı ve kendinden emin trans-feminist politikaların yarattığı toplumsal etkiyi başlı başına gözler önüne seriyor. Transların problemleri basmakalıp biyografilere, dehşet verici talk show programlarına ve internetin saklı köşelerindeki küçük ilan panolarına sıkışıp kalmıyor artık.
Translar artık sadece translar hakkında hiçbir şey bilmeyen, hayatında hiç trans tanımamış ya da tanısa da farkında olmamış natrans kitleye hitap etmiyor. Söyleyecek çok sözümüz ve bizi duymak isteyen çok daha geniş bir kitlemiz var. Eskiden içinde bulunmak zorunda bırakıldığımız tartışmalardan daha farklılarını yürütebiliyoruz artık. E o zaman gerçekten bu tartışmaları yürütelim ve bunu kendi istediğimiz gibi yapalım.
Birleşik Krallık’taki Cinsiyet Kimliği Kliniklerini (GIC), hormon tedavisine kimin erişip erişemeyeceğine natrans doktorların karar verdiği yerler olarak tanımlıyorsunuz. Mayıs 2021 itibariyle Charing Cross GIC sadece 2017’nin Ekim ayında kliniğe yönlendirmesi yapılmış insanlara hizmet sağlıyor. Sağlık hizmetlerine erişimin trans özgürleşmesinde temel bir mücadele alanı olduğunu düşünüyor musunuz?
Gleeson: Gittikçe daha az trans tıbbi tedaviye doğru zamanda veya güvenilir bir şekilde erişebiliyor. Pandemiden önce bile İngiltere’de sağlık hizmetleri açıkça çökme noktasındaydı, uzun bekleme listelerinin sonunda, artık geçersiz sayılan birtakım uygulamaları temel alan kalitesiz bir tedaviye erişiyordunuz. Kliniğin işlevi bizim cesaretimizi kırmak ve küçük düşürmek oldu. Bu sırada da envai çeşit arkaplandan gelen translar olarak, devletin koşullarının, küçük düşürücü yaptırımlarının ve geciktirmelerinin üstesinden gelmek için kendi yaklaşımlarımızı üretmeye başladık. Kliniklerin sistematik kabiliyetsizlik ve patolojik hale getirme döngüsünden kurtulana kadar da translar kendi çözüm yöntemlerini bulmak zorunda kalacak.
O’Rourke: Gerçekleri konuşalım, sizin ve doktorunuzun arasındaki ilişki doğası gereği antagonistik [muhalif] bir ilişkidir. Doktorlar ihtiyacınız olan sağlık hizmetine erişiminizi kendi isteğiyle, cahilliğinden ya da toplumun onayladığı önyargılar nedeniyle engelleyebilir. Sağlığınız üzerindeki iktidarlarını önyargılarını temel alarak kullandıklarında sonucundan etkilenen doktorunuz değil siz olursunuz.
Bu mücadele translara özgü değil ve çoğunlukla, sistemin en sert adaletsizliklerinin etkisini hissedenler bu sisteme en çok ihtiyaç duyanlar oluyor. Fakat sağlık hizmetlerine erişim trans özgürleşme mücadelesinin kilit noktalarından bir tanesi, çünkü ulaşmamız gereken hizmet hayatta başarmak istediğimiz birçok şeyin ön koşulu.
İnsanın kendi vücudu üstünde söz sahibi olma hakkı hepimizin istediği gibi kullanabileceği bir hak olmalı. Tıbbi uyum sürecine giren küçük azınlığın patolojik hale getirilmesi herkesin cinsiyet özgürlüğü ve özsaygısını kısıtlıyor.
Transgender Marxism sadece transların karşılaştığı şiddetten değil, cinsiyet uyumunun getirdiği trans sanat, seks ve camia da dahil olmak üzere çeşitli zevklerden de bahsediyor. Trans hayatların acıdan fazlası olduğunu kitaba dahil etmek sizin için önemli miydi?
Gleeson: Kendimizi uyum sürecinin beraberinde getirdiği acıları, travmaları sıralamaya ve bunları anlatmaya indirgemek istemiyoruz. Karşı karşıya kaldığımız koşullar çoğunlukla korkunç olsa da, mahrumiyetimizin ve günlük hayatta aldığımız darbelerin üstesinden gelmek için,gösterdiğimiz hem bireysel hem de kolektif olan muazzam çabayı da aklımızda tutmalıyız. Hayatta kalma mücadelemiz devam eden bir süreç ve sınıflı toplumlarda dahiyane yöntemlerle kendi yolumuzu çizmemiz ve onlara karşı çıkışımız kutlamaya değer, kolektif özelliğinden de ders çıkarılması gereken bir süreç.
O’Rourke: Hiç kimsenin kendi rızasıyla seçmeyeceği bir kadere mahkum zavallı trans başlı başına bir janr. Fakat toplumsal baskı altındaki hiçbir grup kendini sadece bu baskıyla tanımlamaz. Bunu yapmaları beklenemez de. En iyi ihtimalle seni kafa karışıklığıyla karşılayan ve en kötü ihtimalle de soyunu bitirmeyi planlayan bir toplumun karşısında hazzı, sevgiyi, ifade gücünü ve aidiyetini bulmakta oldukça kuvvetli bir şey var. Bu, senin için tasarlanmamış bir dünyaya karşı gelmenin ve bir gün seni de dahil edeceği umudunu taşımanın bir yolu.
Kapak görseli: “Ladies and Gentlemen,” Andy Warhol, 1974.