Clare Morgana Gillis Amerikalı bir gazeteci. Harvard Üniversitesi’nde Ortaçağ tarihi üstüne doktora yaptıktan sonra akademiden ayrılıp gazetecilik yapmaya karar vermiş. USA Today, The Atlantic gibi yayınlar için haber yazıyor. Libya, Suriye, Mısır ve Türkiye arasında gidip geliyor. Libya’da Nisan 2011’de 3 gazeteci arkadaşıyla (biri o esnada vurulup ölüyor) yakalandıktan sonra kendisinden birkaç hafta haber alınamamış, 44 gün tutukluluk sonrası salıverilmişti. Aşağıdaki yazısı o dönemle ilgili yazdığı ve 10 Ocak’ta Beacon adlı bağımsız haber sitesinde yayımlanmış olan yazısının çevirisidir.
***
Bir gün bir Libya hapishanesinde tutuklu kalacağım aklımdan geçmeyeceği gibi, kadınsal meselelerle başetmem gerekeceğini de hiç tahmin etmezdim.
Yaklaşık iki hafta once bir gün, benimle beraber tutuklu olan gazeteci arkadaşlarım olmadan, ilk defa tek başıma sonradan adliye olduğunu öğreneceğim başka bir binaya götürüldüm. Bir hapishane aracıyla ve kafa karışıklığıyla geçti yolculuk: Nereye götürülüyordum? Geri dönebilecek miydim? Diğerlerine ne olacaktı?
Adliyede en üst kata götürüldüm. Metal bir bankta bekliyordum. Çok geçmeden bu asabi halimin sadece cezaeviyle alakalı olmadığını farkettim. Durum sabırla bekleyemeyeceğim veya ilkel Arapçamı sorun edemeyeceğim kadar acildi. Döndüklerinde, derdimi anlatmaya çalıştım.
En baştan başladım.
‘Ben bir kadınım,’ dedim (Kendime not – lanet olsun, doğru düzgün Arapça öğren!)
‘Dünyada her kadın, her ay, bir şey olur. Bir şeyim var ve bir şeye ihtiyacım var. Anlıyor musunuz?’
Belli ki anlamıyorlardı. Kafa karışıklığı ve utanç iyiden iyiye canımı sıkıyordu. Canımı sıkan başka bir husus da gözlerim pis bir bezle bağlı olduğu için pek bir şey göremiyor oluşumdu. İngilizce anlayan birini bulup getireceklerini umuyordum.
‘Bu binada bir kadın var mı? Bir kadın bulun. Ona anlatacağım.’ Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir kadın anlardı…ancak etrafımdaki adamlar için, bu, son derece utanç verici bir konuşmaydı ve özellikle de gözleri bağlı, tutuklanmış, yabancı bir kadınla yapmak istemeyecekleri türden bir konuşma.
Bir kez daha, erkek ve kadın alemlerinin arasındaki bu derin yarığı ve yarattığı amansız cehaleti düşündüm. Her yerde erkekler biraz olsun kadın gizemleriyle alakalı olarak kafa karışıklığı ve bir eziklik yaşarlar; ancak bu bilgilerden tamamen yoksun olarak büyümek gerçekten mümkün mü? Evlenmemiş bir erkeğin bile bir annesi, kız kardeşleri, kuzenleri olur…ama, şu an kültürel farklılıklar zerre umurumda değil! Kendi kendime sövdüm.
Sinirliydim, huzursuzdum ve son derece güçsüz hissediyordum. Normal koşullarda, bir markete gider ve iki saniye bile düşünmeden ihtiyacım olan şeyi alırdım. En temel fiziksel ihtiyacımı giderememek müthiş bir hakaret gibi geldi ve etrafı darmaduman etmek istedim…bu berbat yerden kurtulmam lazım!
Bu böyle biraz devam etti; yeni insanlar gelip merakla beni kontrol ediyorlardı. Oradaki kimsenin bana yardım etmeyeceğini, edemeyeceğini farkedince, utançlarından faydalanıp önümden geçen herkesten sigara istemeye başladım. Sigara kolay bulunmuyordu. (‘Nerelisin?’ ‘Amerika’ ‘Neden buradasın’’Gazeteciyim ve kadınım…’) Kadın ve kadınsal sorunlar lafını duymamak için istediğim herşeyi vermeye hazırlardı.
Herhangi biriyle görüştürüleceğimi de düşünmüyordum artık. Kolumdaki saat – ki tutukluluğum müddetince dakikalar saatler geçtikçe kolumda gittikçe ağırlaşan duygusal bir yük oluşturuyordu – 3 saattir orada olduğumu söylüyordu, hava da kararmaya başlamıştı.
İmadan vazgeçtim. ‘Bana bir doktor lazım, doktor getirin,’ diye seslendim, bunun işe yarayacağını biliyordum. (Trablus’taki ilk haftalarımda, bir hastanenin adli tıp bölümünde çalışan nazik bir Bulgar doktor tarafından muayene edilmiştim. Libya’daki hastanelerde çalışan Bulgar kadrodandı. 1990’larda olan bir skandalı anımsadım: Bulgar hemşireler çocuklara bilerek HIV virüsü bulaştırmakla suçlanmışlardı. İşkence gördükten sonra Kaddafi rejimi tarafından ölüm cezası almışlar, ancak infaz edilmeden salıverilmişlerdi. Kaddafi’nin sonraki yıllarını karakterize edecek olan çılgın, korkunç ve hiçbir şeye hizmet etmeyen zamanlardan biriydi.)
Sonunda, tam da beklediğim gibi beni hücreme geri getirdiler. Günün heyecanı devam ediyordu: Hücre arkadaşım Jim benim yokluğumda İsa’ya sığınmıştı.
Bu da beklenen birşeydi: komşumuz Richard, eski bir Amerikan donanması özel kuvvetleri askeri (Navy SEAL), seneler önce, karısını yatakta başka bir adamla bulduğunda Allah yoluna başkoymuştu. Huzur veren, enerjik, etkileyici ve dini vecizelerden ilham alan biriydi. Richard’ın öbür tarafında kalan üçüncü arkadaşımız Manu ise çoktan ‘İsa Mesih ile yürüyen ve konuşan’ biri olmuştu.
Yani Jim’in dönüşümü beni şaşırtmadı.
Yalnız, kafası karışıktı. ‘Allah’a inanıyorum. Ama homoseksüelliğin yanlış veya günah olduğunu düşünmüyorum.’ Bana soran gözlerle baktı.
‘Jim,’ dedim. ‘İsa sevgi demektir. Neye istiyorsan ona inanabilirsin.’
Bu arada ben de biraz sevgiyle dolmaya başlamıştım – hapishane görevlileri gözümü bağladıkları pis bezi almayı unutmuşlardı. GOL! Muslukta bezi yıkadım, parçalara böldüm ve ped olarak kullandım. Bir parçayı da mendil olarak kullanmak isteyen Jim’e verdim.
Sonunda bir doktor ve başörtülü bir hemşire geldi. Ped ve parasetamol getirmişlerdi. Yatağıma, battaniyemin altına saklandım. Normalde, salıverilme umudumun suya düşmesinden duyduğum hayalkırıklığıyla somurturdum. Ama –cezaevinde belki de en değerli şey – günüm sıkıcı geçmemişti.
Libya’da hücre arkadaşım olan James Foley, Kasım 2012’de Suriye’de ele geçirildi. Nerede olduğu hala bilinmiyor.
Yazının orijinali: https://www.beaconreader.com/clare-morgana-gillis/lunar-cycles-of-tripoli
Ana görsel: Ana Mendieta, Kelebek, 1975