Çocukken bebekleri çok seviyordum. Tam da onlu yaşlarımı geçtiğim dönemde, yani kucağıma rahatça alabileceğim dönemde ailemizde iki ayrı bebek doğdu. Bayram ettim. Birinci derece akrabalarımızın çocuklarıydı, sıkça görüşüyor, canım her istediğinde bebekleri sevmeye gidiyordum. Bunun böyle süreceğini sanırken her iki aileyle de ters düşüldü. Çocuk dünyamda hayatta aklımın almayacağı şeylerdi muhtemelen, bugün bile tam nedenleri bilmiyorum. Ve bana artık o evlere gidemeyeceğim söylendi. Babama cevap veremediğimi ama sonrasında anneme zırıl zırıl ağladığımı hatırlıyorum. Benle ne alakası vardı? Bir çatışmanın ortasında kalmıştım ve niçin mağdur edilen taraflardan biri konuyla ilgisiz olduğum halde bendim?
Sonra yıllar içinde bu anlamsız küslükler başka başka bireylerle, kardeşler arasında filan sürüp gitti. Artık kabullenmiştim, otomatikman içine doğduğun ailenin tarafındaydın, elden bir şey gelmiyordu. Zaman geçti birbiriyle küsüp duran aile büyüklerinin hepsi öldü, hastalıkta ve cenazede küslüğün hükmü kalmadı. Biz ikinci kuşaklar da bir biçimde hiçbir şey olmamış gibi yapıp hayatımıza devam ettik ki zaten toplumun genelinin böyle olduğuna eminim. Ne yaşarken ne de yaşandıktan sonra derdimizi, sorunumuzu, kırgınlıklarımızı, kızgınlıklarımızı konuşmadığımız, kimseyle hesaplaşmadığımız ailelerimiz ve en küçük yapı taşından en büyüğe sirayet eden bir sessizlik, “kol kırılır, yen içinde kalır” ruh hali… Elbette ki böyle bir toplumun yaptıklarıyla da yüzleşmesi beklenemez.
Akrabalarla olan çatışmalarda içine doğduğun ailede taraf olmak zorundaydık, bunu yaşayarak anladım. Ya çekirdek ailende, kardeşler arasında taraf olman gerekirse? Yaşlanan anne babalara, büyüyüp iş güç hatta torun torba sahibi olmuş kardeşlere, edinilmiş mülklere, başarılı kariyerlere, huzur hayal edilen emekliliklere rağmen yıllarca hasır altı edilmiş bir sorunun çözümsüzlüğü sebebiyle bir türlü kapanmayan bir yara varsa mesela? Genelde olduğu üzere mal mülk anlaşmazlığıyla çıkan sorunlardan sonra işler derinleşir, yaralar tekrar açılır, geçmiş hesap sorarsa ne yaparız?
Geçtiğimiz günlerde okuduğum Vigdis Hjorth’un yazdığı Miras işte bu meseleyi didik didik ediyor. Klasik mal mülk anlaşmazlığı aile bireylerinin her birinin bir yana savrulduğu bir hikâyeye dönüşüyor. Yayımlandığı sırada Norveç’te de epey ses getiren roman anlattıklarıyla da anlatma biçimiyle de çok etkileyici. İlk cümle bir roman nasıl başlamalı sorusuna verilen yanıt gibi:
“Babam beş ay önce öldü, zamanlama ya çok iyiydi ya da çok kötü, nereden baktığınıza göre değişir.”
Anlatıcımız -ki adını epey sonra abisinden öğrenebiliyoruz- Bergljot, daha ilk sayfalardan bizi büyük bir aile anlaşmazlığının içine sokacağını muştuluyor. Çekirdek ailenin başına gelen ölüm ilk başta tüm acılığı ve inanması güçlüğüyle yas sürecine sokar insanı ama pek çoğumuz biliyoruz ki kimin kime daha çok destek olduğu gibi küçük bir problem bile ortalığın savaş alanına dönmesine sebep olabilir. Bir ağlayıp bir gülünen cenaze evleri hem çok romantik hem de tehlikelidir. Bergljot, yıllardır görüşmediği ebeveyni, abisi ve iki kızkardeşiyle babası ölmeden hemen önce başlayan mal paylaşımı anlaşmazlığının mirasın da söz konusu olmasıyla savaşa döneceğinin bilincinde ve aynı öngördüğü gibi oluyor.
Anlaşmazlık baba ölmeden hemen önce aileyle ilişkide kalan ve yaşlanan anne babaya destek olan küçük kızkardeşler Astrid ve Åsa’ya verilmesi kararlaştırılan iki yazlık kulübeyle başlıyor. Bergljot ve yine aileyle tüm irtibatını kesmiş abi Bård’a ise hakları için küçük bir miktar öneriliyor. Birbiriyle çok az görüşen dört kardeşin tekrar iletişime geçmesini işte bu anlaşmazlık sağlıyor çünkü Bård kulübelerden hak talep ediyor, çocuklarıyla, torunlarıyla kullanmak istediğini söylüyor. Bergljot için kulübe de miras da önemli değil, zamanında lanet olsun diyip çekip gitmiş ama abisinin tarafını tutuyor. İşte böylelikle bu küçük anlaşmazlıkta taraflarımız belli, bir tarafta anne baba ve iki küçük kızkardeş, diğer tarafta çekip gitmiş iki büyük kardeş.
Hikâye babayla başladığı için aslında olayların nereye varacağını tahmin etmemiz zor olmuyor. İşin içinde hesaplaşılmamış erkek varsa ya fiziksel şiddet ya cinsel istismarla karşılaşacağız, bunu seziyoruz. Bergljot, babanın cinsel istismarını kitabın ortalarına dek okura açık bir biçimde anlatmıyor. Sezdirilen bir gerilim var sadece. Bir şeyler yazdıktan sonra fiziksel olarak hastalanıp elinin ayağının tutmaması halini birden çok kez yaşayınca, ne yazdığını sorgulamasıyla tüm korkularıyla yüzleştiğini ve psikanalize başladığını anlatıyor romanın başlarında. Romanın en önemli parçalarından biri bu psikanaliz anıları. “Divana uzandığımda ağzımdan çıkan ilk cümle şu oldu: Biz dört kardeşiz, en çok sevilen bendim aralarında.” Analize hayal bile etmediği yalanlarla başlayan Bergljot böylelikle en derin yaralarıyla yüzleşmesine biz okurları da ortak ediyor.
Romandan bahsederken mutlaka anlatım tekniğine de değinmek gerekiyor. Bölüm yok. Anlatıcı aklına gelenleri, anıları, arada arkadaşlarıyla bu konuda yaptığı konuşmaları sanki karşısında bir dinleyici varmış da o konuşmanın doğallığında anlatıyormuş gibi samimi. O yüzden kurmaca değil gerçek bir hikâye okuyormuş gibi hissettim uzun süre. Bir bugüne, bir geçmişe, bir kendisine, bir akadaşlara uğrayan anlatım plansız gibi gözükse de son derece planlı. Mesela yukarıda bahsettiğim, kendisini fiziksel olarak hasta eden o cümlenin ne olduğu gayet planlı bir biçimde olması gereken yerde açıklanıyor.
Yine romanın doruk noktası da cenaze, miras işlerinin yarattığı duygusal travmaların geriliminin anbean artmasıyla mükemmel bir biçimde oluşturulmuş. Olanları tam olarak her şey bittikten sonra yine bu başbelası kulübelerle ilgili bir denetçinin de olduğu anlaşma toplantısında öğreniyoruz. Bergljot’un başta annesine sonra kardeşlerine her şeyi açıklamak için yazdığı ve toplantıda tüm karşı çıkmalara rağmen sonuna kadar okuduğu mektup işte bahsettiğim doruk noktasını oluşturuyor. Konuşmadan çok yazının o daha resmi tonuyla öğrendiklerimiz ve ailenin tepkileri bizi o toplantının orta yerine konduruyor.
Aşağıya Bergljot’un mektubu okuması sırasındaki bazı tepkileri sıralıyorum.
“Ayıp, dedi annem, utan utan.
Ayıp, dedi annem, bu ne saçmalık, bir sürü yalan! dedi annem.
Şimdi bunun yeri ve sırası değil, dedi Astrid, Unni Teyze burada olmalıydı.
Yalan söylüyorsun, diye bağırdı annem.
Şimdi bunun yeri ve sırası değil, dedi Astrid üçüncü kez ve başını salladı, denetçi burada!
Yalan söylüyorsun, dedi annem.
Şimdi bunun yeri ve sırası değil, dedi Astrid dördüncü kez başını sallayarak.
Ne zaman sırası peki, dedi Bård.
Neden polise gitmedin, diye bağırdı annem.
Bu böyle olmaz, dedi Åsa ve bizi durdurdu. Bu çok yanlış, dedi Åsa.
Eğer doğru değilse neden böyle bir şey iddia etsin ki, dedi Bård.
İlginç olmak için, dedi annem. Şehirdeki kafelerde oturup içiyor, sonra da sırrını ortaya dökmeye başlıyor. Rezalet, ayıptır, günahtır.”
Bu cümleler bana bir süre kitabı bıraktırdı. Nefes alamadım. Elim ayağım titredi. Hiç yaşamadığım bu durumun beni böylesine etkileyeceğini bilmiyordum. Neden bu denli kötü olduğumu sorgularken hem bu cümleyi yıllardır tüm erkek yargıdan, kolluk kuvvetlerinden duyduğumuz hem de feminist mücadele içinde olduğunu savunan bir kadın akademisyenden daha çok yakınlarda bir söyleşide duyduğum aklıma geldi. “Neden polise gitmemişler?” Sanırım beni tetikleyen bu soru oldu.
Evet, artık romanın aslında babayla, suçun failiyle değil; anneyle, suçun tanığıyla yüzleşme romanı olduğunu sanırım söyleyebiliriz. Ki daha ilk sayfalarda kulübe konusunda anlaşamayan çocukları yüzünden aşırı doz ilaç alıp intihar etmeye çalışan anneyle tanışmıştık. Bergljot’un olanları en büyük çocuğuna anlattığında aldığı yanıt, aslında herkesin kimin ne olduğunu çok iyi bildiğini örnekliyor: “Annemin içtiği ilaçlardan bahsettim, mirasın devrinden, biçilen değerden. Kızım beni tanıyordu, dibe vurduğumu anladı, bunları ciddiye almamam gerektiğini, bu işlere bulaşmamamı, tüm bunların kendi oyununu çevirmek için trajik bir kurban rolüne yatan annemin başının altından çıktığını ve maksadının onları eleştirecek kişileri susturmaktan başka bir şey olmadığını söyledi.”
Romandaki tüm yüzleşmeyi anlatmak istemiyorum tabii ama annenin nasıl manipülatif hamlelerle çocuğunun hayatını mahvettiğini yavaş yavaş okumak ve bunun son derece “mümkün” olduğunu anlamak anneliğin o kutsallığını yerle bir ediyor. Çocukluğu boyunca kardeşlerinin aksine baleye ve başka kurslara gönderildiğini anımsıyor mesela Bergljot çünkü annesi sus payı vermek istemiş. Ergenliğinde annesinin sürekli kendisiyle uğraştığını, azıcık geç kalsa kıyametler koptuğunu, hep uyuşturucu kullandığından şüphelendiğini anımsıyor çünkü annesi yaşadıkları sebebiyle sorun yaşayacağını öngörmüş. Annesinin başka bir adama âşık olup boşanmak istediğinde ilk kez konuyu açıp babasının ona bir şey yapıp yapmadığını sorduğunu anımsıyor çünkü eğer olanları anlatsaymış, annesi kocasını başka bir adam için terk eden kadın olmaktan çıkıp kocasını ahlâksız olduğu için terk eden kadın olacakmış. Diğer kız kardeşleri tarafından reddedildiğini anımsıyor Bergljot çünkü annesi en çok ona ilgi göstererek öbürlerini yok saymış.
İşte dışarıdan son derece normal gözüken bir ailenin iç yüzü bu. Tarafların her birinin kendi yaraları var ama çatışma olduğu için bir biçimde birlik olmak zorundalar. İdeal aileyi koruyan ve hiçbir şey olmamış gibi yapmanın konforuna sığınan dört kişi bir tarafta, babanın fiziksel şiddetiyle bir yere savrulan abi ve babanın cinsel anneninse psikoloik istismarı sebebiyle hayatı mahvolan kardeş bir tarafta.
Bu bir aile romanı, bir gün mutlaka yüzleşmemiz gereken ailenin romanı. Bu romandaki kadar trajik ya da büyük travmalar olmak zorunda değil yaşadıklarımız ama hiç kimsenin mükemmel olmadığını, olmayacağını ve annelikle babalığın şahıslara kazandırdığı iktidar ve güçle aslında tehlike de içerdiğini bilmemiz gerekiyor. Romanın en içten cümlelerinden biri Bergljot’un çocukları için kurduğu bir cümle aslında. En büyük kızı Tale anneannesi ve dedesiyle ilişkisini kesmek istediğinde hissettikleri: “… artık bu tiyatro gösterisinin bir parçası olmak istemediğine karar vermişti, üstelik ondan bu gösteriye katlanmasını istediğim halde, böyle istemiştim çünkü çocuklarım gösteriye dahil oldukları sürece benim üzerimdeki baskı azalıyordu.” Gördüğümüz üzere büyük ya da küçük hiç fark etmiyor, annelerin çocuklarıyla ilgili stratejik planları hep var.
Bu bir aile romanı ama bence arkadaşlığa övgü olarak da okunabilir. Aralarda tanışmalarından bugünlere kadar nasıl geldiklerini anlattığı Klara, savaşları inceleyen va bu aile meselesine bir çatışma gibi yaklaşıp son derece bilimsel yorumlar yapan Bo, bir telefon kadar uzakta olan ve desteğini hiç esirgemeyen Karen var. Arkadaşları yıllar içinde Bergjlot her düştüğünde onu kaldırıp yoluna devam etmesini sağlıyor. Çok sevdiğim bir reklam spotu var: “Arkadaşlar, seçilmiş kardeşlerdir.” Roman boyunca bu cümleyi andım ve “çok şükür” dedim, “çok şükür, iyi ki varlar.”
Bu bir aile romanı ama Bergjlot’un psikoanaliz görmeye başlamasından sonra çokça bahsettiği üzere bir iyileşme, kendini sağaltma yolunu öğrenme romanı. Vigdis Hjorth’un çok iyi bildiği belli olan Freud ve Jung neredeyse birer kahraman gibiler. Anlatıcı öğrendikleriyle, yıllar boyu haftada dört kez yattığı divanda anlattıklarıyla kendini tanıyor ve yine bolca bahsettiği rüyaları aracılığıyla simgesel düşmanları, çocukluk mekânlarıyla tek tek yüzleşiyor.
Bu bir aile romanı ama aslında bize özgürleşmenin yolunu gösteren bir yaşam rehberi. Ailedeki çatışmaların aslında nasıl savaş kurallarıyla ilerlediğini ve hepimizin birer savaşçı gibi güçlü olmamız gerektiğini gösteren bir rehber. Kaçtığımız sürece, yok saydığımız sürece yerimizde sayıyor, ilerlemiyoruz. Bergljot’un yirmi üç yıl boyunca yaptığı gibi. Bazımız onun gibi savaşmayı ve özgürleşmeyi tercih edeceğiz, bazılarımızsa Astrid gibi konforumuzdan ödün vermemek uğruna bir ömür kafamızı kuma gömeceğiz. Seçim bizim.
Yayımladığı her kitabı istisnasız okuduğum Siren Yayınları yine bizi iyi edebiyatla buluşturuyor. Erlend Loe kitaplarıyla çevirilerine hayran olduğumuz Dilek Başak, Vigdis Hjorth’un upuzun cümlelerini, sayfalar süren doğal iç dökümlerini sanki Türkçe yazılmış gibi bize okutuyor. Miras bu sene unutamadığım kitaplardan olacak.
Ana görsel: Nygards Karin Bengtsson.