Sosyalist kadınların 12 Eylül anlatılarında politik yaşam içinde kadınlık deneyimlerinin çoğulluğu ile kadınların yaşam öykülerinden kesitleri bir arada bulmak mümkün.

SANAT

Toplayabildiği Her Şeyi Tarihe Dönüştürenler: Dışarıdan İçeriye, İçeriden Dışarıya

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

Latife’de kalmıştık. Bu fragman serisi çerçevesinde ya kadınların ortaklaşa yazdığı ya da kadınlarla yapılan görüşmelere dayanılarak bir kadının yaşananların ortak hikâyesini anlatırken mektuplar, kartlar, günlük sayfaları, çizimler, karikatürler aracılığıyla diğer kadınların seslerini de doğrudan duyabileceğiniz beş metinde dolaşıyorum. Kadınların oto/biyografi yazınına kolektif özneyi yerleştirdiklerini düşündüğüm bu metinlerde,  12 Eylül dönemi olarak adlandırılan doksanların ortasına kadar uzanan bir sürede sosyalist mücadele içindeki kadınların, merkezinde hapishanelerde direnme biçimlerine dair anlatımlarını, çeperinde ise tayin, taşınma, kaçak yaşama, sürgün, o hapishaneden bu hapishaneye sürülme deneyimlerini bir arada.

 

Demir Parmaklıklar Ortak Düşler (2005), Tanıklıklarıyla 12 Eylül (2010) Kaktüsler Susuz da Yaşar (2011) Sanki Eşittik(2011) ve Ateşe Uçan Pervaneler (2015) başlıklı kitaplarda ya da başka bir deyişle “toplayabildiği her şeyi tarihe dönüştürmek” için duygu haleleri yaratan Mnemosyne’nın kızlarının ortak anlatıları içinde gezinmeden önce, iki kadının tanıklığına yer açan ilk iki kitaba özellikle değinmek isterim. Bu iki kitap da tek yazarlı olmakla birlikte, kadınların ortak yaşamlarını konu alan kitaplar. Metris ve Mamak koğuşlarına sinen, Anadolu’nun neredeyse her kentindeki hapishanelerde şiddetin kokusunu duymakla kalmayıp anlatan iki kadının anlatım tarzları, daha sonra yazılan ortak kitaplar için bir kaynak oluşturuyor.

 

‘Sosyoloji’, Fatoş İrwen, 2018 / Kitap sayfası üzerine kurşun kalem. Diyarbakır E tipi Kapalı Cezaevi ©Fatoş İrwen “Kağıt olmadığı için kitap sayfalarını kullandım. Bazı serilerde kitap üzerindeki bir not ya da bir yazıyı, kavramı düşünerek resimler yaptım.” –Fatoş İrwen, 2020.

 

1989’da yayınlanan Reha İsvan’ın Ne Söylersem Bir Eksik adlı kitabının “Ötekiler” başlığını taşıyan ikinci kısmının önemli bir bölümü dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya, içeriden içeriye yazılan mektuplara dayanmaktadır. Bu mektuplaşmaları tanıklıkların içine katma ve kronolojik anlatıyı mektuplar aracılığıyla kurma, daha sonra ortak yazarlı kitaplarda kullanılacak bir yazma tarzı olarak karşımıza çıkacak. Metris’te, adli tutuklular için kullandığı terimle “Berikiler”in yanında geçirdiği tutsaklığının ilk aylarına kitabın ilk altmış sayfasını ayıran Reha İsvan, yetim ve öksüz kızların, ev içi şiddet ve taciz ile yüklü hikâyelerini anlatırken, konuşurken ören, koğuşun kokusunu değiştirmek için koğuş içi temizliğe adanan hayat kesitlerini aktarır. 91. Sayfa ile başlayan “Umut-Mücadele-Elde Etme” başlığını taşıyan siyasi tutsakların yaşadığı koğuşlardaki deneyimi anlatırken tıpkı ilk koğuşu K-5’te olduğu gibi, kendi konumu, teker teker isimlendirme, farklı kadın öyküleri arasında dolaşandır. Luis Bunuel’in güzelliklere erişmede her zaman geçerli diye öne sürdüğü üç koşulu alıntılayan ve bu koşulları sadece bölüm başlığına değil bu kısmın anlatısına yediren İsvan, “genç kadınların”, sigara ve çay yasaklarına, mektup yasaklarına, görüş yasaklarına,  kalorifer yakılmamasına, revir ve doktor taleplerine, tek düze yiyeceklere, koğuş baskınlarına, saç yolmalara karşı slogan atmaktan dilekçe yazmaya kadar nice taktik geliştirerek mücadele etmeyi gündelik hayatın bir parçası haline getiren bu ortak tecrübe ile gurur duyduğunu belirtir. İsvan’ın sıklıkla vurguladığı direnen kadınların gençliği ortak imzalı diğer kitaplarda da işaretlenmektedir. Ortalama 20 yaş, bu mücadelede bazen bir koroda birlikte söylenen bir türküde, anma gecelerinde, icat edilen yemeklerde ve tahliye pastalarında, üzüm hoşafından yapılan şarapta, aktüel kişilerin ti’ye alındığı varyetelerde, lüküs hayat operetinin bir versiyonunu sahnelemekte, yılbaşı kutlamasında, polkadan çarlistona kadar uzanan danslarda, ille de halk oyunlarında ortaya çıkar.  O yirmi yaş, Türkan Şoray-Cihan Ünal evliliğinin, erkekler koğuşu ile yapılan şifreli konuşmalardan öğrenilmesini mümkün kılan meraktı. Ve o yirmili yaşlar, cuma günleri ay ışığını izlediği için adı Ayışığı Mahpusu diye çağrılan minik bir kediyi hep hatırlamakla, bembeyaz Hasret’in akıbetini merak etmekle, Latife gibi bir sarı sarmanı özlemekle geçer.

 

‘Sanıklar, Hükümlüler, Sabıkalılar’, Fatoş Irwen, 2018 / Kitap sayfası üzerine kurşun kalem. Diyarbakır E tipi Kapalı Cezaevi. ©Fatoş İrwen

 

Pamuk Yıldız’ın O Hep Aklımda başlıklı kitabının 2001’de yayımlanışına kadar -ki ben 2012 Ayizi baskısı ile kitabı okuyabilmiştim- kadınların o günlerde Mamak’ta yaşadıklarına dair kurgusal anlatıların dışında bir metin henüz yoktu. Yıldız’ın, kronolojik olarak akan işkence ve zulüm anlatısı ile kronolojik olmayan otobiyografik kesitlerle kurulan anlatısı, Ekim 1980’de başlayan tutsaklığın bütün yükünü üstlenen bir çift genç omuzun dayanıklılığına aracılık etmektedir. Yıldız’ın gördüğü işkenceleri anlattığı satırların arasına sıkıştırdığı, “kör kız filmleri”, “Nazi subayının bir Yahudi’nin kafasını duvara vurarak parçaladığı film sahnesi”, “sessiz filmlerdeki dayak atma sahneleri”, “Vurun Kahbeye filminin bir sahne”, “filmlerde gördüklerine hiç benzemeyen koğuş”, “zayıf vücutları ve solgun yüzleriyle korku filmlerini anımsatan kadınlar” türünden ifadeleriyle metne kattığı, mevcut gerçekliğin kabul edilemezliğidir. Sanki bir filmdeymiş gibi hissetmenin yabancılaştırıcı etkisini ya da kendine dışarıdan bakabilmek becerisini Yıldız, kadın bedenini yok etmeye yönelik devlet şiddetine karşı duygusal direnişinin zeminine yerleştirmektedir. Bu zemini güçlendiren bir diğer duygu ise anne-kız arasındaki yakınlıktır.

 

Yadê Fehîme (Fehime Anne), Fatoş İrwen, 2018 / 70×70 Tülbent üzerine tülbent dikiş. Diyarbakır E tipi Kapalı Cezaevi. ©Fatoş İrwen
“Fehime Ana cezaevinde yanımızdayken dağdaki kızının ölüm haberini almıştık ve uzun süre gizlemiştik bu haberi kendisinden, –bu koşullarda olmaz diye. Ona bakınca Meryem Ana’nın İsa’nın bedenini kucağına yatırdığı görkemli heykel (Pieta) hep canlanıyordu benim zihnimde.” –Fatoş İrwen, 2020.

 

Neredeyse 50 yılı aşan bir süre içinde, kadınların hapishane yaşamını konu alan anlatılarda, gözaltında, işkencede ve cezaevlerinde anne ve kızlarının birlikteliği dokunaklı öyküler aracılığıyla aktarılmaktadır. Kışlalar önünde uzun kuyruklarda anneler kızlarıyla birlikte tutuklanmayı göze alırlar, onların çocuklarına bakarlar, onlarla birlikte kentten kente, hapishaneden hapishaneye taşınırlar, görüş odalarında bir kelime edemeden yasaklanmış Kürtçeleri ve söyleyemedikleri “Berxa dayıka xwe” ile suskunlaşırlar, beddualar dillerindedir, öfkeleri “çalınan gençlikleri”nedir. Şefkat ve bakım onlar aracılığıyla vücut bulur. Mahremiyetin yok edildiği, zorun ve şiddetin gölgesinde bu en kadim ilişkinin direnme biçimine söz oluşturduğunu, kadınların taşınma, kaçak yaşama, sürgün ve hapishane deneyimlerinin içinde çoğalttıkları anneliklerinin hala yol gösterici olduğunu düşünüyorum.

 

Koğuşta, komünlerde bebeğe ve çocuğa birlikte bakma anılarda önemli bir yer tutar. Birlikte bakma eylemliliğine ablalık denir, bebeklerin isim anneleri olunur, onlara elbiseler dikilir, hırkalar örülür, mektuplarda bebeklerin büyüme evreleri anlatılır, hatta onlara ait öyküler “toplama kampında çocuklar” alt başlığı altında toplanır ve bir çocuğun gece yarısı baskınında oluşan travmasını sağaltmak için onu kucaklayan bir sevgi ortamı yaratma becerilerini konu alan nice öykü yazılır. Alime Mitap öykülerle yetinmeyerek anne çocuk ilişkisini hapishanelerde büyütülen küçük bir kız çocuğunun elindeki bir demet çiçekle resmeder. Ölümle içiçe yaşamın baskısını bertaraf etmek için canlılığın savunusuna yönelmenin senaryosunu Feride Çiçekoğlu yazmış, Tunç Başaran da filmi yönetmişti. Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) filminin, adı barış olan çocukların biricikliğine son verecek pek çok filmin senaryosuna temel teşkil edecek onlarca hikâyenin bu kitapların içinde durduğuna işaret etmemim nedeni, “benim tahliyem geldi, anneminki gelmedi” diyen bir çocukluğun bu ülkede devam ettirilmesinden kaynaklanmaktadır. “Kadınları, bebeğin feryadı silah sesinden daha çok etkiliyor” diyen Reha’nın ifadesiyle, “hep tetikte” olan bebeklerin utangaç yakınlıkları ile hâlâ yan yana yaşıyoruz. Anneleriyle birlikte mahkûm olan çocuklar sıralamasında birincilikten vazgeçemeyen ülkenin, bu çocuklar hakkında 18 soru önergesini parlamentoya sunan milletvekilinin dokunulmazlığını düşürtmek için[i] uğraşan bir siyasal ortama sahip olması, kadınların özenle kurdukları hayat savunuculuğunun görmezden gelinmesinin bir sonucudur.

 

Ronî, Fatoş İrwen, 2018 / 60×60 / Kumaş üzerine ayakkabı boyası, kurşun kalem. Diyarbakır E tipi Kapalı Cezaevi ©Fatoş İrwen
“Ronî, annesiyle cezaevinde bizimle birlikte kalan bir çocuk, bu resimde avluda, annesinin kendisi icin plastik dondurma kaplarından ve kapaklardan yaptığı oyuncak treniyle.” –Fatoş İrwen, 2020.

 

Annelik anlatılarda bir nehir olarak akıyorsa, bir kıyısında öğrenci kız diğer kıyısında genç öğretmen kadın durmaktadır. Azı lise çoğu üniversite öğrencisi olan kadınlar politik mücadelede taraf olmayı deneyimlerken eylem repertuvarlarının en geniş listesini ortaya koyarlar; ki bu liste, liberal demokrasilerde ancak siyasal katılım biçimleri olarak adlandırılır. Devletin onların hayatlarını çalmasına neden olarak sunduğu kuşlama, pullama, duvara yazılama, pankart yapma, amblem kalıbı çıkarma, broşür, dergi çıkarma gibi işler, yeni bir yüzyılın başından itibaren radikal medya örnekleri olarak iletişim fakültelerinde incelenir. Öğrencilerin farklı okullarındaki fikir kulüplerinde ve öğrenci konseylerinde konuşma, tartışma ve müzakere etme yollarında hummalı faaliyeti politik işlevli bir kamusallığın nasıl hızla yaygınlaşabileceğini gösterdiği gibi, üniversiteli genç kadınların politika üretmeyi öğrenme becerilerini kazanma süreçlerine de işaret eder. Öğretmen kadınların öğrencilerine sevgisi, onları donanımlı bir biçimde hayatta tutma arzusu, kurmaca öyküleri kıskandıracak kadar duygu yüklüdür.

 

Cezaevlerinde öğrenme öğretme çabasının direnişi beslediğine tanıklık eden anlatılarda bu “okul” olma niteliğinin altı kuvvetle çizilmektedir. Politik örgütlerin kendi düşünce ve görüşlerini tartışma zemini olan, aynı zamanda para ve eşya değiş tokuşunu düzenleyen komünlerde, birlikte kitap okuma etkinlikleri, okunan kitapların türlerinin ve yazarlarının hatırlanmasını kolaylaştırmıştır. Marxist teorinin temel kitaplarının yanı sıra Türkiye’de sol düşüncenin tarihi ile ilgili kitaplar en çok okunmuş ve en çok okunmak istenen kitaplar olarak anlatılarda yer alırlar. Devasa bir şiddet aygıtına dönüştürülmüş, kitap yasağının en sık rastlanır yasakların başında geldiği yerlerde, hep “korunan” kitapların asla çok kalabalık sayılara yetememesinden dolayı yeğlenen ve ayrıca onları okul kantinlerindeki eğitim çalışmalarına götüren, sesli okuma ve birlikte düşünme eylemlerini anlatan satırlar metinlerde ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Benzeri bir biçimde, polis tarafından aranan evlerde yerlere atılan, yırtılan, parçalanan ve el konulan kitapları ya da ele geçirilmesin diye sobalarda yakılan, bodrumlara indirilen, çuvallara doldurulup çöpe atılan kitaplarını kaybetme üzüntüsü, çocukluklarına dair anlatı kesitlerinin içinde okuma alışkanlıklarının hatırlanmasına yol açmış, evlerinde okunan gazeteler ve dergiler sadece isimleri anılmakla kalmamış, takip edilen köşe yazarlarına ve yazılarına ilişkin değinilerde de aktarılmıştır. 12 Eylül sonrasında bazı genç kadınların roman okumak istememeleri karşısında yapılan eleştiriler edebiyat ile ilişkisini sürdürmeye kararlı bir kuşağın sözlerinin duyulmasına da aracılık etmektedir. Romanlar konusunda çok seçici olup sadece bir tür roman okudukları anlaşılsa da şiir söyleme, okuma ve dinleme etkinlikleri direnişlerinin bir aracı haline gelmiş, anma toplantılarında ezberden ya da kitaptan en çok okunan Nazım Hikmet’in ve Ahmet Arif’in şiirleri olsa da, Enver Gökçe, Sabahattin Ali, Hasan Hüseyin şiirlerinden de bahsedilmektedir. Kendilerinden önceki kuşakların şiirleriyle güç toplayan kadınlar, kendi kuşaklarından tek bir şairin, Arkadaş Z. Özger’in adını bize ulaştırmışlar, tek bir kadın şair Gülten Akın’ın şiirleriyle sıla özlemlerini yatıştırmışlardır.

 

Koğuşlarda hemşireler az, doktorlar ya da tıp fakültesi öğrencileri daha da azdır, oysa hastalıklar çoktur. Hekim ve hemşire olan mahkûm kadınlar, hep “yukarıda” olan doktorların iyileştirmediklerine derman olmaya çalışırlar. Ağır işkencelerin ardından başlayan hastalıklar, kırılan kollar, çıkan omuzlar, bel fıtığı, böbrek hastalıkları ve kısmı felçlerle ile sınırlı değildir, gri betona gömülmüş sıkışık koğuşlarda, sürekli havalandırma yasakları, karda havalandırmada bekletmeler ve tabutluklarda bırakmalar, tek tip yiyecekle geçirilen günler, mide ve bağırsak hastalıklarını, veremi ve rahim hastalıklarını beraberinde getirmiştir. Bağırsak düğümlenmesi ve apandisit gibi tedavi edilebilir hastalıkların ölümle sonuçlanması karşısında duyulan çaresizlik, bazen “Devrimci Hastalar Birliği” gibi mizahi ad takmalarla sarmalanarak hafifletilmeye çalışılsa da, en çok bu hastalık anlatılarında karşılık bulmaktadır. Akdeniz humması gibi kronik hastalıklarda kullanılması gereken ilaçların sık sık yasaklanması sonucunda ağrılara terk edilen kadınların çilesine ayrılan satırlar hayli yoğundur. Aynı çaresizlik ruh sağlığı sorunları karşısında daha da büyümektedir. Gördükleri ağır işkenceye bağlı intiharları konu alan satırlardaki suskunluk…

 

Hastalıkların iyileştirilmesinde kız arkadaşlar ilâçtır. Koğuşlarda ikili ve üçlü kız arkadaşlıklarının kurulması, birbirini koruma ve kollamanın her türlü yolu bulmayı ve yaralı ya da hasta olanı koğuşta tutmak için direnişi göze almayı kolaylaştırdığı, gibi uzun süreli arkadaşlıklar yaratılmasına da zemin hazırlamıştır. Anılarda ve tanıklıklarda, uzun arkadaşlıklardan duyulan gurur ile direnmenin başarısından duyulan gurur satırları birbirine karışmıştır. Bu nedenle anlatıların neredeyse tümünde, kadın koğuşlarında farklı komünlerin yan yana mücadelesinin direnmeyi güçlendirdiği vurgulanmaktadır.  “Asker arkadaşım”, “cürümüm”, “yoldaşım” “kız kardeşim” diye hitap edilen arkadaşlarla birlikte yazılan kitaplarla pekişen birliktelik, bir yüzleşme aralığı inşa eder ve bir siyasi ortaklığın paylaşılmasının ötesine geçer.  Yine de bu arkadaşlık anlatılarına ince bir hüzün sızmıştır. Öldürülen ve ölen kız arkadaşını yitirmenin acısı, tanıklığın ortasında durmaktadır. Yitip gitmeye karşı duyma ve arkadaşını kendinde yaşatmak için kızına onun adını verme yoluyla arkadaşlığın yaşatılması ad konulmasının başlangıcına işaret eder, unutmamak için zihinsel bariyerler kurma içeride anma toplantılarında sonra dışarıda anma günlerinde bir araya gelme ile sürdürülmeye çalışılır.

 

Kadınların ortak anlatılarında kız kardeşlik ve birlikte yapma becerilerinin geliştirilmesi nasıl önemli bir yer tutuyorsa “evlilik hikâyeleri” de o kadar az yer tutmaktadır. Devrimci mücadeleyi sürdürme kararlığı anlatılırken, arada bir yere sıkıştırılmış evlilik üzerine kurulan anlatılarda, “evden kurtulma” -ki burada kastedilen baba evidir- ortak bir tema gibidir. Arkadaşlarla dolu yeni bir ev pratiğini denemek için ve rahat hareket edip devrimci mücadelesini eve hesap vermeden onları üzmeden sürdürmenin yolu olarak görülen “erken” evlilik aşktan ziyade özgür hareket etme isteği ile birlikte yazılmıştır.  Evlilik hikâyelerine eklenen bir diğer tema ise, bağlı olunan siyasal örgütün bu evlilik kararını onaması ve karşı çıkması, yani karara ortak olmasıdır. Bu tür müdahaleye duyulan tepkiler, müdahaleye karşı çıkma ve müdahaleyi kabul etme arasında neredeyse eşit bölünmüştür. Evli çiftlerin aynı zamanda gözaltına alındıklarında, işkence görürken ve tutukluluk halinde yaşadıklarının yanı sıra görüşlerde birbirlerini görebilmek ve çocuklu olanların katlandıkları eza, evliliğin gündelik yaşamının getirdiği sıradan cefaları önemsizleştirmektedir.  Dışarıdayken kıyılan beyaz düz bir elbise giyilen hızlı nikâhları anlatan cümlelerden çok farklı anlatımla aktarılan, ayrı ayrı kutlanan hapishane nikâhlarına bir neşe eşlik etmektedir. Devrim nikâhı ile ilgili hiçbir nitelendirme bu anlatılarda yer almamaktadır. Bu ifadenin kullanıldığı bir iki yer, genellikle polis ve askerin kadın bedenini aşağılamak için kullandığı kötü söz ve küfrün içindedir. Kız arkadaşlık hikâyelerindeki hüzne benzer bir şekilde ölen, öldürülen ve idam edilen erkek arkadaş, sevgili ve eş yitimi ile duyguların aktarımında ya bir şarkı/türkü ya da bir şiir metne iliştirilmektedir. Okunan şiirler gibi yapılan resimler de avutucudur. Binbir zorlukla Ayhan Sağcan’ın yaptığı, İstanbul özlemi tablosu Metris duvarlarında çok kısa bir süre kalır. Talan aramalarının birinde paramparça edilir, baskının ardından bütün kadınların resmin bir parçasını aradıklarına ilişkin anlatının şiirselliği, ortak özlemin gücünden kaynaklanmaktadır.

 

Boşanma anlatılarında sadece olaydan bahsetme tercihi, evlilik için söz konusu edilen özgürleşme iradesi etrafında örülen benzeri bir gerekçelendirmenin okunmasına izin vermez. “Farklı nedenler”e sığan, daha çok dışarıya alışma zorluklarına yenilen boşanma “mevzuu”, gündelik hayatı paylaşamamanın yol açtığı sorunlara hafif bir değinme ve erkeğin sorumluluğunu gereği gibi yerine getirememesi ile ilişkilendiren soğukkanlı bir hayal kırıklığı eşliğinde anlatılır; ama anlatıların yeri, kendilerini etkileyen feminist politikalar üretme bahsinde değildir. Boşanma, taşınmanın, sürgün tayinlerinin ve dışarının şaşırtıcılığının içinde kendine ancak küçük bir yer bulur. Hapishaneler arası, şehirler arası, ülkeler arası bu büyük yer değiştirmelere katlanmanın bir yolunu, şifreli bir örtmece ile kayıplarını yazmakta bulan kadınlar, taa Duisburg’a ya da Stockholm’e uzanan sürgünlerinin içinde yarattıkları ikinci evlerinin anlatısını aktarmayı yeğlerler.

 

Dicle Kıyısına Vuranlar, Fatoş İrwen, 2018
Sur Günlükleri Serisi/ 50×40 kumaş üzerine kalem. ©Fatoş İrwen
“Dicle nehri, Hevsel bahçeleri, Suriçi, faili meçhullerin ve Sur olaylarının (2015-2016) kıyısı.”—Fatoş İrwen, 2020.

 

 

 

Ana görseldeki resim: Sevil Tunaboylu

Bu resmi, sevgili Fatoş’un (İrwen) Sur’da çektiği bir fotoğraftan esinlenerek yaptım. Çocukluğunu Sur’da geçirmiş Fatoş, abluka kaldırıldıktan sonra bazı fotoğraflar çekmişti. Fotoğraflardan birinde Sur’un daracık sokaklarından birinin önüne yerleştirilen beton bir blok vardı. Kimse o sokağa girmesin diye orada dikiliyordu. Bu fotoğrafı gördüğümde çok şaşırmıştım. Şaşırdığım şey, böylesine ağır bir kütlenin oraya taşınmasının aslında ne kadar da zahmetli bir şey olduğuydu. Bu zahmet ne içindi peki? Fatoş şimdi doğup büyüdüğü şehirde cezaevinde tutuklu bulunuyor. Bulut kaçıran Fatoş, pencereden gözyüzünü izliyor. Ona mektuplarımda anlattığım göçebe kuşları dinliyor. – Bulut Kaçıran, Sevil Tunaboylu, 2018. © Sevil Tunaboylu

 

 

[i] Editörün notu: 16 Mart 2021’de TBMM genel kurulunda HDP Kocaeli milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında bağımsız ve tarafsız olduğu şüpheli yargı kararıyla Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü. Gergerlioğlu Meclis’te adalet nöbeti tutma kararı aldı. Nöbete devam ediyor. Gergerlioğlu direnme kararını açıklarken “1994’teki  görüntüleri yapsınlar. Kendileri bilir. 1994 görüntüleri olur,” dedi. Göndermede bulunduğu tarih, 3 Mart 1994’te aralarında Leyla Zana, Hatip Dicle, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Orhan Doğan’ın da bulunduğu çok sayıdaki Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilinin Meclis’te dokunulmazlığının kaldırılmasıydı. Bu milletvekilleri 17 Mart 1994’te tutuklandılar.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YHenüz Yazılmayan
Henüz Yazılmayan

Kocaeli Cezaevi’ndeki Gultan Kışanak’a, bir "bulut kaçıran" olması dileğiyle...

SANAT

YPenelope’nin Gergefi
Penelope’nin Gergefi

Yazma eylemini gündelik hayat arşivi oluşturmak için sürdürme kararlılığında olan kadınların 12 Eylül anlatıları, yeni tür oto/biyografinin, feminist oto/biyografinin öncü örnekleri olarak düşünülemez mi?

Bir de bunlar var

Mememi Çaldın ve Bedelini Ödeyeceksin
Kolektif Dertlerimiz, Kolektif Değerlerimiz: Hattın Ucunda Zeki Müren’le Türkiye Tarihine Bir Bakış
Todesarten

Pin It on Pinterest