İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduğuna inanmıyor musunuz?

SANAT

Todesarten

Ingeborg Bachmann 1973’te çok sayıda uyku hapı aldıktan sonra daldığı uykuda, yanan sigarasının çıkardığı yangında öldüğünde Todesarten – Ölüm Türleri başlığı altında yazmayı planladığı üçlemenin ilk romanını, Malina‘yı tamamlayabilmişti sadece. Kitabın yayınladığı 1971 tarihinden ölümüne kadar geçen kısacık iki yılda Malina’yla ilgili hep aynı sorular sorulmuştu Bachmann’a: Neden ölüm türlerinin ilkini aşka ayırdınız? Bu aslında bir değil birkaç soruydu tabi. Neden aşkı anlattınız da -sizden beklendiği gibi- faşizmi, savaşları, terörü değil?

 

Bachmann iki yıl boyunca verdiği röportajlarda, katıldığı panellerde bu sorulara öyle cevaplar vermiş ki Malina bugün hâlâ romanın kendisinden çok, Bachmann’ın roman üzerine söyledikleriyle anılıyor. “Faşizm atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar…” bu cümlelerden biri. Kitabın ikinci bölümünün sembolik olarak faşizme gönderme yapıp yapmadığını soranlara verdiği bir cevap.

 

Başka bir röportajında savaş üzerine yazmak istemediğini, bunu herkesin yapabileceğini, savaşın korkunçluğunu herkesin anlayabileceğini söylüyor: “Ama barış üzerine bir şeyler yazmak, yani bizim barış dediğimiz şey üzerine, çünkü bu, gerçekte savaştır.” Mayıs 1971’deki bir röportajında da tanınmış bir felsefeci, şair, oyun, hikâye ve deneme yazarının ilk romanını nasıl yazdığıyla ilgili bir soruyu şöyle yanıtlıyor: “İçimde bir şeye karşı yazdığım duygusu hep vardı. Varlığını hep koruyan bir teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.”

 

Yedi ay sonraki bir konuşmasında Malina’da neden toplumu “en kanlı arena” olarak tarif ettiğini soran bir okura da benzer şekilde cevap veriyor: “Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduğuna inanmıyor musunuz?” 1972’de bir kez daha söylüyor aynı şeyi: “Yanı başımızda her gün nelerin olup bittiğini, günlük yaşamda insanların insanları nasıl öldürdüklerini söylemek; önce betimlenmesi gereken, budur; önce bu yapılmalıdır ki, büyük cinayetlere nasıl yol açıldığı anlaşılabilsin.”

 

Olaysız bir aşk ve cinayet romanı Malina. Büyük hikâyeler, kurgular, karakterler, ihanetler, entrikalar yok. Küçük darbeler, ince yaralar var. Bir bakışla, bir gidişle, şüpheyle, birkaç küçük yalanla, uzun bekleyişler, incinişlerle, yakınlığın bir anda yabancılığa dönüşmesiyle, gerçekle yalanın sınırlarını zorladığı akılla, korkuyla, gidenler kalanlar duranlarla, düşünülmeden, planlanmadan işlenmiş “gündelik cinayetler” var. Ama Bachmann’ın bir sevgilinin insanı öldürme biçimiyle büyük kıyımların arkasındaki zalimliği birbirine teyelleyişi uzun ve zor yazıların konusu. Ben BUGÜN başka bir şey için uğradım Malina‘ya.

 

Romanın başında kişiler (üç kişi), yer (Viyana) ve zaman (Bugün) okura tanıtıldıktan sonra, Bugün’ün ne olduğu üzerine gelmiş geçmiş en güzel pasajlardan biri yer alıyor. Güzel çünkü Bugün nasıl hiç gelmiyor, bunu anlatıyor. Yarın geliyor, dün geliyor, haftaya geliyor, geçen ay geliyor, dün bir daha geliyor, yarın bir daha, hepsi gelip geçiyorlar ama Bugün hiç gelmiyor. Konuşurken gelmiş gibi yapıyoruz tabi: “bugün çok işim var,” “bugün hiç havamda değilim,” “bugün o banka işini halletmem lazım.” Ama bahsettiğimiz bugün yarından önceki gün sadece. Malina bugünle Bugün arasındaki farkı anlatarak başlıyor.

 

Karanlık zamanlarda bu pasaja dönmek niyeyse iyi geliyor bana. İyimser birşey söylediği için değil. Yarınsızlık hissini, geleceğin belirsizliğini, bulanıklığını, karalığını başka bir akılla değiştirdiği için. Bugün daha aydınlık değil belki. Ama “elektrokardiyogramla saptanabilecek kadar” canlı.

 

(…) çünkü insanların her gün ‘bugün’ demelerine, dahası demek zorunda olmalarına karşın, benim için ‘bugün’ diyebilmek neredeyse imkânsız; örneğin insanlar bana -yarın bir yana- bugün ne yapmak istediklerini bile anlattıklarında, çoğunlukla sanıldığının aksine, dalgın bakmaya değil, ne yapacağımı bilemediğimden çok dikkatli bakmaya başlıyorum; ‘bugün’le aramda işte bu denli umutsuz bir ilişki var: Çünkü bu Bugün’ü ancak delicesine bir korkuyla ve koşarcasına yaşayabiliyorum. Bugün olup bitenler üzerine ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konuşabiliyorum; çünkü bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir; tıpkı bugün yazılmış ve yerine hiç bir Bugün’de varamayacak mektupların, bu nedenden ötürü yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi, yollanmaması gibi.

 

Burada ‘bugün’le neyin anlatılmak istendiğini en iyi bilen, hayatında bir kez olsun ölesiye yalvaran bir mektup yazmış, ama sonradan onu yırtıp atmış olan insandır. Ve şu yazısı neredeyse hiç okunmayan pusulalar, hiç kimsenin yabancısı değildir: “Gelin, eğer mümkünse, eğer isterseniz, eğer sizden böyle bir şey istemeye hakkım varsa! Saat beşte Cafe Landtmann’da olun!” Ya da şu telgraflar: “Lütfen bana hemen telefon et stop hemen bugün.” Veya: “bugün imkânsız.”

 

Çünkü bugün sözcüğünü kullanma hakkının aslında yalnızca kendini öldürmek isteyenlere ait olması gerekir; onların dışındakiler için bu sözcük kesinlikle bir anlam taşımaz; onların dışında kalanlar için ‘bugün’ öyle herhangi bir günü, yani bugünü gösteren bir sözcükten başka bir şey değildir; bugün bilirler ki yine sekiz saat çalışmak zorundadırlar ya da izin alacaklardır, birkaç yere uğrayacaklardır, almaları gereken şeyler vardır, bir sabah, bir de akşam gazetesi okuyacaklardır, bir kahve içeceklerdir, unuttukları bir şey olacaktır, biriyle sözleşmişlerdir, birine telefon edeceklerdir; yani bir şeylerin yaşanacağı, ya da daha iyi deyişle, öyle pek kayda değer şeylerin yaşanmayacağı bir gün.

 

Buna karşılık ben ‘bugün’ dediğimde nefes alışım hemen düzensizleşiyor, bunu şimdi artık elektrokardiyogramla da saptanabilen çarpıntılar izliyor; gerçi bütün bunlara yol açan şeyin benim Bugün’üm olduğu, her defasında yeni, ezici bir Bugün’ün olduğu aygıtın kayıtlarından anlaşılmıyor; ama aksaklığın var olduğunu tıp uzmanlarının o eskimiş kodeksleri doğrultusunda kanıtlayabilirim; bu, korku krizinden önce gelen, beni bu krize hazırlayan, açılacak yaraların yerini üzerimde önceden belirleyen bir aksaklık; işin uzmanlarına göre, işlevini bugün de koruyan bir olgu. Bana gelince, benim açımdan çok heyecanlandırıcı, alabildiğine ölçüsüz ve sarsıcı nitelikteki şeyin ‘bugün’ olmasından korkuyorum, ve bu patolojik heyecan ortamı, benim için son ana değin ‘bugün’ kalacak.

 


 

Kaynak: Ahmet Cemal, 2006. “Malina ya da Günlük Cinayetlerin Romanı”, Malina. İstanbul: Yapıkredi Yayınları.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YUzak Yakınlık
Uzak Yakınlık

Edip Cansever'in fotoğraflarında bir yakın uzaklık...

SANAT

YTepebaşı Bahçesi’nde Elmas Yağmuru
Tepebaşı Bahçesi’nde Elmas Yağmuru

"Hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor."

Bir de bunlar var

Sessizliğin Dile ve Eyleme Dönüşümü
Teresa Pągowska’nın Astarsız Tuvallerindeki Kadın Bedenleri
Soykırımın imgeleri*

Pin It on Pinterest