The Matrix‘in vizyona girmesiyle aklımızı başımızdan almasından 21 yıl sonra, Lilly Wachowski filmin mirasına bugünden bakıyor, bilimkurgu klasiğinin merkezindeki trans alegorisini tartışıyor ve kendisi ile Lana Wachowski’nin Switch karakteri için ilk düşüncelerini paylaşıyor.
Merhaba, ben Lilly Wachowski.
İnsanların halen trans anlatılı The Matrix serisinden bahsetmesi beni mutlu ediyor. Bu filmlerin trans insanlar için ne kadar anlamlı olduğunu görmeyi ve trans insanların bana gelip “Bu filmler hayatımı kurtardı” demelerini seviyorum, çünkü özellikle bilimkurgu dünyasında dönüşüm deyince, bir dünya kurma ve imkânsız gibi görüneni mümkün hale getirme fikri akla geliyor, ki bu tamamen hayalgücünüze kalmış bir şey, sanırım serinin onlara bu kadar hitap etmesinin nedeni bu. Ayrıca yolculuklarında onlara bir yardım ipi atma sürecinin bir parçası olabildiğim için minnettarım.
(The Matrix‘teki trans alegorisini tartışan hayranlar konusundaki düşünceleriniz ne?)
Bunun açıkça konuşulur hale gelmesine seviniyorum, çünkü hani, asıl niyet de buydu, ama o zamanlar dünya kurumsal düzeyde henüz tam olarak hazır değildi, demek istediğim, şirketlerin dünyası buna hazır değildi. Şayet film yapıyorsanız ve bu halka açık bir sanat formuysa, bence evrene sunduğunuz her tür sanatta olduğu gibi bir salıverme süreci devreye giriyor, çünkü ürettiğiniz şey kamusal diyaloğa giriyor. Bunu seviyorum, yani insanlar olarak sanatla çizgisel olmayan bir tarzda meşgul olmamızı sağlayan bir evrim sürecinin olmasına, bu sayede bir şey hakkında her zaman yeni yollarla ve yeni bakış açılarıyla konuşmamız mümkün hale geliyor.
(Gelelim Switch’in orijinal versiyonuna)
Tamamen dönüşüm arzusuyla ilgili bir The Matrix düşüncemiz vardı ama bu düşünce henüz açılmamış olmanın verdiği gizli bir bakış açısından geliyordu. Böylece biz de gerçek dünyada bir erkek olan, ardından da The Matrix’te kadın olacak bir karaktere benzeyen Switch karakterini yarattık. Ve bildiğin gibi, ikisi de (gülüyor) kafamızdaki boşlukların olduğu yerdeydi.
(O dönem The Matrix’i yazıp yönetmenizde kimliğinizin bir payı oldu mu?)
Senaryoyu yazarken translığımın kafamın gerisinde nasıl işlediğini bilemiyorum ama yazdıklarımın hepsi bahsettiğim türden bir ateşten geldi. Çünkü The Matrix’te translar var, özellikle ben ve Lana için bu böyle. Birlikte senaryoyu yazarken kelimelerin olmadığı bu alanda var oluyorduk, yani bir hayal dünyasında yaşıyorduk. Bilim kurgu ve fanteziye yönelmemin, “Dungeons & Dragons” oyununu oynamamın nedeni bu. Bizim için her şey dünyalar yaratmakla ilgiliydi ve bunun bizi yönetmenler olarak özgürleştirdiğini düşünüyorum, çünkü o zamanlar ekranda her zaman görmediğiniz şeyleri, hatta olabildiğince fazla tür içinde nasıl var olabileceğimizi hayal edebiliyorduk. Yapmaktan gerçekten zevk aldığımız şeylerden biri de kung fu, anime ve western hissi veren sahneler elde ettiğimiz bir çeşit tür-bükücülüktü. Hem sonra, Ned Beatty’nin Network filminde dünyanın değişmez kuralı hakkında nutuk çektiği o sahneyi oldum olası sevmiştik ve dünyanın kuralı denen şeyi daima şirket hiyerarşisine dayalı bu derebeylik yapısı belirlemişti. Sanırım biz de bu nedenle translığımızda ve kuirliğimizde her zaman mümkün olduğunca çok şeyi kapsamaya çalıştık. Bizimkisi, hayal gücünün çok daha geniş ve sonsuz kapsamı içinde bir görselleştirme çabası gibi.