Birkaç gün hastanede refakatçi olunca, modern tıbba ve tıbbi müdahaleye maruz kalmanın bedeninize dair alışkın olduğunuz tasarruflarınızın – masaj sev(me)mek, ağda yap(ma)mak, vs. vb. – tedavülden kalkmasına, neticede başkalarıyla bedeniniz arasına koyduğunuz sınırların yıkılmasına sebep olduğunu fark ettim. Sanki hastayken artık tıbbileştirilmiş vücudunuz cinsel potansiyelini kaybediyor, aile içinde (annelerle babalarla, abilerle ablalarla) alışılagelmiş mahrem kuralları ortadan kalkıyor, çıplaklık ve utanç arasındaki rabıta kopuyor. Medikal yapılar insan bedenini toplumsal/kültürel bağlamlarından koparıp, salt bir canlı organizma durumuna sokuyor. Buna bir miktar şaşırdım, şaşırmaktan da açıkçası biraz rahatsızlık duydum.
Oldum olası bedenlerimizi saklamamanın özgürleştirici bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. Çıplak yüzülebilen plajları severim. “Kadınlar Hamamı” çocukken çok bayıldığım bir yer değildi, ama insanların karma saunadaki rahatlığından hep hoşlanmışımdır. Spor salonu, havuz, vs. gibi yerlerin soyunma odalarında rahatça soyunabilenlerin, kaçak göçek üstünü değiştirenlere nazaran daha makul insanlar olduklarını varsaymışımdır. Lâkin ele güne karşı çıplak olmakla ailenin önünde arz-ı endam etmek arasında epey fark var. Partnerinin büyük ailesiyle saunaya gitmeye davet edilmiş bir arkadaşım, bu teklif karşısında ufak bir fenalık geçirmişti…
Bir yandan da Tereza’yı hatırladım. Milan Kundera’nın herhalde en çok okunan romanı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin baş kahramanı Tereza. Etrafındaki insanların aniden çıplak kalabileceği ve çıplaklığın normalleşmesi düşüncesi Tereza’yı da dehşete düşürür. Banyodayken annesinin kapıyı çalmadan içeri dalmasına dayanamaz. Fakat tek mesele kendi çıplaklığının rızası dışında teşhir edilmesi değildir. Annesinin evin içinde çırılçıplak dolaşmasından, bedenini sınırsızca sergilemesinden de bir o kadar rahatsız olur. Annesinin talep ettiği, herkesin, her zaman, karşılıklı, çıplak olabilmesi Tereza’ya göre tüm bedenleri önemsizleştiren, adeta eşitleyen bir şiddet içerir. Aşık olduğu adamın yanında teninin eşsiz ve tek olduğunu doyasıya hissedebilmek için annesinden kaçar.
***
Beden mahremiyetine hassasiyet gösterilmesi yaygın bir tutum olsa da şunu da yadsımamak gerek: ölüm doğum döngüsü içinde, aile ilişkileri kaçınılmaz olarak büyük bedensel sorumluluklar içeriyor. Yeni doğan şüphesiz dünyaya çıplak geliyor, boşuna “anadan üryan” demiyorlar. Hatırı sayılır bir müddet bu bakıma muhtaç insan yavrusunu aile içinde çıplak görmeye devam ediyorsunuz. Sık sık soyuyorsunuz, altını temizliyorsunuz, yıkıyorsunuz… Neticede baktığınız bebeğin vücuduna dair her şeyi bildiğinizi düşünüyorsunuz. Ensesindeki kırmızı lekeleri, sırtındaki beni, göbek deliğinin şeklini, belindeki gamzeleri, tırnaklarının köşelerini, her şeyi. Elbette doğan büyüyor! Büyümenin belli bir noktasına geldiğimizde ise artık bedenlerimizi ve çıplaklığımızı saklamak istediğimiz durumlar ortaya çıkabiliyor. Yıllarca saçlarınızı şampuanlayan annenize lütfen banyoda yalnız kalmak istediğinizi söylüyorsunuz, babanız makasla yaklaşırken artık tırnaklarınızı kendinizin keseceğini ilan ediyorsunuz. Böylece ailede büyüklerin küçükleri soyup giydirdiği bir dönem kapanıyor.
Yıllar geçiyor, bu sefer çocuklar artık yaşlanan, hastalanan, kendine bakamayacak durumda olan büyüklere bakarken roller değişiyor. Bebek ve çocukken çıplak gördüğünüz çocuğunuz, yaşlılığınızda sizi soymaya, yıkamaya, kremlemeye, altınızı değiştirmeye başlıyor. İlişkinin döngüsel gelişimi çarpıcı olduğu kadar, yarattığı “haksızlık” itibariyle aynı zamanda da can acıtıcı. Çocuk sahibi olan yetişkin dünyaya gelen minik bebeğinin teninin en taze yıllarının tadını çıkarıyor. Bebek kokusu, yumuk eller, tombul yanaklar, ipek saçlar bakım evresinin zorluklarına katlanmayı kolaylaştırıyor. Günde kim bilir kaç kere, aylar yıllar boyunca kakasını, kusmuğunu temizleseniz de bir bebeğin öğrenen, serpilen, tepkileri gelişen vücudu sizi aynı zamanda da hayran bırakıyor. Oysa roller değiştiğinde, artık orta yaşlı yetişkinler olmuş evlatlar, daha yaşlı ebeveynlerine bakarken, yorgun bir gövdeyle baş etmek zorunda kalıyorlar. Günbegün güçten düşen, eskiden yaptıklarını yapamayan, unutan bir bedenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlar. Çocukları, torunları, yeğenleri elinde büyümüş (artık) yaşlı insan içinse büyük bir rahatsızlık yaratıyor muhakkak, yıllar sonra “çoluğun çocuğun elinde oyuncak” olmak. Haksızlık derken kast ettiğim bu.
Çok talepkâr bir tarafı var ailenin küçük büyük herkesin üstüne yüklediği bedensel bakım emeğinin. Ebeveyn bebeği büyütüyor, evlatsa ebeveynine veda ediyor bu döngüde. Halka zalimce ölümle tamamlanıyor, sizi belki de ilk yıkayan kişiyi, son kez siz yıkıyorsunuz.
Görsel: Clara Adolphs