Rutini sarsan küçücük bir ayrıntı, bir dokunuş, karanlığı deliyor bazen, sahnenin içine çekiyor, hayata döndürüyor.

SANAT

Temassız Hayat Noktası

Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanlarıbir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.

 

 

2004 ya da 2005 yılında İstanbul Film Festivali’nde izlediğim bir filme gerçek anlamda çarpıldığımı hatırlıyorum. Bazı sahneler, başrol oyuncularının yüzleri, mekanlar geliyor aklıma. Filmin adına dair tahminlerde bulunuyorum ama imdb, wikipedia gibi siteler yardımcı olmuyor. Sonra filmin muhakkak bir İskandinav şehrinde geçtiğini hatırlıyorum. O yılların İsveç filmlerine, Norveç filmlerine bakmayı düşünüyorum. Arama motorlarına İKSV – film festivali – 2004 – İsveç gibi anahtar kelimeler giriyorum. 2004’ü 2005’le değiştiriyorum, İsveç’i Norveç’le. Yine tutmadı. Hafıza çamura batmış bir çukur. Bazı kareler son derece parlak, diğerlerinde hep ‘noise’ ve ‘grain’. Fakat, yine de zorladıkça, kurcaladıkça, eşeledikçe biraz temizliyorum sanki. Ya da umuduyla debeleniyorum. Bir anda aklıma aynı yönetmenin bir sonraki (ya da iki sonraki?) sene de festivale bir filmiyle katıldığı geliyor. Kitapçıkta “2004 festivalinin en gözde keşifleri arasında yer alan xxx’in genç yönetmeni xxx” diye okuyunca, bu film kaçmaz diye bilet rezervasyon formuna onu da eklemiştim elbette, üstelik ‘yönetmenin katılımıyla’ bir gösterim.*

 

Gündüz seanslarından biri, 13:30 ya da 16:00. Gösterim Emek’te – çoğu yönetmenli seansı Emek’te izledim diyor içimden bir ses. Ilık bahar havasında Feriköy’den Taksim’e yürüyorum. Meydandaki Burger Kings’de bomba ihbarı – ya da bombanın aslı – olduğu için İstiklal caddesi trafiğe kapatılmış. ‘Tüh, filme de çok zaman kalmadı,’ diye hafif panik içinde İtfaiye garajının yanından aşağı sapmış, Kurabiye Sokak’tan ilerlemiş, İmam Adnan’a ulaşınca tekrar yukarı kıvrılmış, Nane Sokak’taki şen ve şuh seks emekçilerinin attıkları laflara gülümsemiş, şükür zamanında salona ulaşmıştım. Ve fakat yönetmen ulaşamamıştı. Bunu hatırlamamla hafızamda ışıkların yanması bir oldu. Gösterime sanırım 10-15 dk. geç kalan adam, sevimli bir tavırla mikrofonu eline almış, onun yoluna da çıkan bombadan söz açarak geç kaldığı için özür dilemiş, ‘sizin hareketli İstanbul’unuzun aksine benim yaşadığım Kopenhag öyle sıkıcı bir yer ki, işte ancak böyle ters yüz hikayeler anlatarak sıkıntımdan kurtuluyorum’ minvalinde bir şeyler söylemişti.** Kopenhag! Danimarka! İşte doğru anahtar kelime!

 

 

10 – 25 Nisan 2004 tarihlerinde düzenlenen 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilen tüm filmlerin listesini gözden geçiriyorum filmi bulmak için. Derhal buluyorum aradığım Danimarka yapımı filmi. Fakat liste haliyle uzun. Bakıyorum, epey de film izlemişim o sene. Çok güzel filmler izlemişim. Ağlayan Çayır (Angelopoulos), Bulutları Beklerken (Ustaoğlu), American Splendor  (Pulcini & Springer Berman), Kahve ve Sigara (Jarmuch), Noviembre (Manas), Votka Limon (Salim) sadece bazıları… On yedi yıl sonra listeyi topluca görmek şaşırtıyor. Kimisi sonra tekrar tekrar izlediğim, çok sevdiğim filmler. Şüphesiz hafızamda daha fazla yer etmiş, muhtemelen birazdan kısaca bahsedeceğim filmden çok daha iyi filmler. Ama bir şekilde, güzel çehresi oyulmuş da olsa, uçuşan beyaz etekleriyle tanımakta zerre kadar zorlanmadığımız Marilyn Monroe’lu 2004 festival kitapçığını görür görmez aklıma adını zor da olsa bulabildiğim bu film geliyor. Türkçeye ‘Yeniden Sev Beni’ diye çevrilmiş olan Christoffer Boe’nin filmi Reconstruction (2003).

 

On yedi yıl önce ve sadece tek bir kez izlediğim bir film hakkında bir şey yazacaksam acaba yeniden izlemeli miyim diye kısacık düşünüyorum. Ama nedense pek de içimden gelmiyor. En azından yazmadan önce izlemek istemiyorum. Belki yazıdan sonra. Nasıl ki bunca zaman sonra artık Kurabiye Sokak’tan ‘kestirme’ yapıp Emek’e gitmek mümkün değilse, nasıl ki o gün Boe’nin samimiyetle söylediği İstanbul esprisine bugün artık gülemiyorsam, film de “o bir seferlik araba yolculuğu” gibi bir daha geri gelmeyecek, geçmiş bir hayatta kalsın istiyorum.

 

 

Reconstruction karanlık bir sokakta yürüyen sert ifadeli bir adamın yumuşak ışıklı bir bara girmesiyle başlıyor. Barda bir kadın oturuyor. Sarı saçları, açık mavi gözleri, kibritinin alevi, tırnaklarındaki oje, her şeyiyle parlıyor kadın. Noel ağacına takılmış renkli ciciler gibi pırıl pırıl yanıyor. Adam çok düşünmeden kadına doğru ilerliyor, yanındaki yüksek bar sandalyesine oturuyor. Sanki birbirlerini tanıyorlarmış gibi ortasından bir yerden sohbete başlıyorlar. Seyirci olarak emin olamadığımı, acaba Gülünesi Aşklar‘daki ilk hikayedekine benzer bir oyun mu oynadıklarını düşündüğümü hatırlıyorum. Ama hayır, kadının yüzündeki memnun şaşkınlıktan tamamen yabancı oldukları anlaşılıyor. Sanırım beni de etkileyen bu. Birbirini hiç tanımayan iki insanın, aralarında bir bağ olmasının mümkün olduğunu duyumsadıkları bir anın yarattığı sıcaklık. Kulaklardaki uğultuyu dindiren, görüntüdeki karıncaları temizleyen, kafadaki dolambaçlı düşünceleri uysallaştıran, dilin ucuna gelen kelimeleri dinlendiren bir temas. 80’lerin sonundan bir çocuk/gençlik dizisini hatırlıyorum nedense, Evie diye bir kız işaret parmaklarını birbirine değdirdiğinde anı durdurabiliyordu.*** Diziyi izlerken bunun en az uçmak kadar ya da zamanda yolculuk kadar harika bir ‘güç’ olduğunu düşünürdüm – Evie her şeyi yoluna sokar, bütün sorunları çözerdi. Şimdi, otuz yıl sonra düşününce, bana esas cazip gelen şeyin, tüm hareketin, tüm devinimin, tüm uyaranların bir temasla durması olduğunu düşünüyorum. Ama her şeyin donduğu o anı biriyle beraber yaşamak daha da müthiş olan. Coppola’nın Dracula‘sındaki en aşk içinde sahnede Vlad’ın kalabalık Londra caddesinde Mina’ya “gör beni, gör beni” diye içinden fısıldadığında, kadının aniden kafasını çevirmesi, ikisinin arasındaki göz teması dışında geri kalan her şeyin, tüm karmaşanın bir anda kaybolması gibi.

 

 

Reconstruction‘a dair hafızamda saklı kalan en temel şey sadece bir his aslında. Yuvarlanıp gittiğimiz hayatın girdabında bir anın içinde olduğumuzu, gerçekten yaşadığımızı hissetmek. Filmdeki aşırı grenli görüntünün söz konusu temas anında fark edilmez olması, sahnenin derhal ışıl ışıl aydınlanması gibi. Beklenmedik bir karşılaşmanın, eski bir dostla yolların kesişmesinin, ya da bir yabancıyla göz göze buluşmanın insanı uyandıran bir tarafı var. Rutini sarsan küçücük bir ayrıntı, bir dokunuş, karanlığı deliyor bazen, sahnenin içine çekiyor, hayata döndürüyor. Varlığına alıştığımız tüm temas noktalarının – sadece üst paragraflara bakarak, sinema, lokanta, bar, kalabalık, meydan, sokak – aniden yok olduğu bu acayip senede, en çok eksikliği hissedilen bu galiba. Bir rastlantı. Bir temas. Bir ihtimal.

 

 

 

 

* O yıllarda bilet rezervasyonları için uzun uzadıya form doldurup, SESAM’a (İstiklal caddesi, No:122), teslim ederdik. Birkaç hafta sonra gidip, taleplerimizin karşılandığı oranda ücreti öder, biletlerimizi teslim alırdık. Bir anda elimizde bazen yüzlerce bilet olurdu!

** Boe’nin 25. Uluslararası Film Festivali’nde (2006) yarışma dahilinde gösterilen – ve benim ‘yönetmenin katılımıyla’ izlediğim – filmi Allegro‘yu (2005) Reconstruction kadar beğenmemiştim, ama filmi hatırlamama vesile olduğu için iyi ki izlemişim diyorum…

*** Evie’nin işaret parmaklarıyla zamanı durduğu dizi, Out of this World, ABD’de 1987-1991 arasında yayımlanmış.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

MEYDAN

YAile Sırrı
Aile Sırrı

Kuşaklararası kapalı kapıların, örtük perdelerin bir adım ötesinde, içine kapalı ailenin dışına karşı örülen duvarlar var bir de. ‘Aile sırrı’ denen şeyler esas bu ailenin dışarıyla ilişkisinde geçirgen olmayı reddeden yapısından kaynaklanıyor.

MEYDAN

YAile Albümü
Aile Albümü

Ernaux’yu okurken elle tutulur bir aile albümümüz olmadığı için kaybettiğimiz görüntüler daha fazla mı acaba diye düşünüyorum.

MEYDAN

YAilenin Yüz Karası
Ailenin Yüz Karası

Ailenin yüzüne kara sürdüğü düşünülen kadın ailesini kaybediyor. Ailenin yüz karası olmak için bile (cis) erkek olmak gerekiyor.

MEYDAN

YAile Tarihi
Aile Tarihi

"Birazdan anlatacaklarımı uydurmadığıma yemin edebilirim ama uç uca birleştirdiğim şeylerin anlamları, yoğunlukları yaşayanların deneyimlerinden bambaşka olabilir.”

Bir de bunlar var

Pulitzer Ödüllü Fotoğrafçı Anja Niedringhaus’un Mirası
Öfkeli Olmak Neşeli Olmaya Mani Mi?
Çöpten Kurtarılan Kült Filmler

Pin It on Pinterest