90’lı yıllarda Taksim’deki Aznavur Pasajı’nda Bulunmaz Kültür Merkezi bulunurdu. Taksim 90’larda şimdilerde olduğu gibi her köşe başından kafelerin fışkırdığı bir cadde olmadığı gibi, hayat Galatasaray Lisesi’nden Tünel’e henüz inmeye başlamıştı. Aznavur Pasajı’nın üst katları o zamanlar Bulunmaz’ın dışında Mezopotamya Kültür Merkezi’ne, Nâzım Kültür Evi’ne ev sahipliği yapıyordu.
Merdivenlerinden yukarı çıkmaya başladığınızda, sokağın çocukları görünürdü, ellerinde dergi ya da gazete, üst baş değildi mesele… Yılmaz Güney filmlerinin pek çoğunu ilk izlediğimiz yer Bulunmaz’dı. 90’ların şimdikinden oldukça farklı toplumsal koşullarını düşündüğümüzde Bulunmaz, adı üstünde, “çölde vaha” hissi yaratan mekânlardandı. Nihayetinden oldukça basit, sıradan bir kahvehane görüntüsündeydi; sol gazeteler, duvarlarda birkaç poster ve arkadaki o ufacık film odası dışında mekânın belirleyici bir özelliği yoktu. Ama bu gerekliydi, baskı çok yoğundu ve yeraltından tevazuyla, sessizce hareket etmek, sistem içinde sürdürülebilir mücadelenin olmazsa olmazlarındandı…
“Kendi mekânlarımız”
Giresunlu bir devrimci olan ve 80 öncesinin yerel politik figürleri arasında bulunan babam, “bizim mekânlarımız vardı” demişti bir gün, “sizin elinizden mekânlarınızı alıyorlar, kendi mekânlarınızı yaratmanız lazım.” Kastettiği mahalleler, sokaklar ve sendikalardı, kendilerini sesleyebildikleri/eyleyebildikleri mekânları vardı onların. Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir ormanın kardeşliğinde yaşanmıyordu hayatlar belki o mahallelerde de ama mekân ve toplumsal ilişkiler tamamen yitirilmiş değildi. Yeni yeni büyüyen köy ve kentlerde, idealleri, hayalleri, kendileri ve birbirleri için bir şeyler yapabildikleri mikro özgürlük alanları vardı.
Bu yazının konusu bir yeraltı hareketi olarak eğlence ve kültür endüstrisinden ayrılan, kendine özgü iletişim ağları, toplanma biçimleri, eğlence ve yaşam alışkanlıkları olan ‘free-particiler’. Yazının amacı ise free-parti ve particilerin elektro-tekno kültürün diğer formlarından nasıl ayrıldığından, muhalif yapısı ve alternatif politik potansiyelinden bahsedebilmek olacak. Ve elbette, en büyük endüstrilerden biri olan müzik, eğlence ve kültür endüstrisine çomak sokan partici isyankâr arıların ”vızıltılarına” kulak verebilmek. Bu arılar, ki kovanları mobil, kendileri göçebe, anarko-işgalci bir türdür bana göre, sendikalar ya da Taksim’deki Bulunmaz gibi sabit mekânları yoktur, polis gelene kadar dans eder ve sonra da kaçarlar. Ama bir alan açmaktadırlar ve kendi deneyimleriyle “free space” deneyimi yaratırlar.
Free-parti ve bir ayağı yeraltında olanlar
Sonsuzluk ve Bir Gün üzerine yaptığı bir söyleşide Angelopulos’a zaman algısı sorulur; “Zaman kumsalda çakıllarla oynayan çocuktur” der o da. Zaman, aynı zamanda on binlerce yıldır dans eden ve hiç durmadan edecek olan belirsiz/tanımlamaz bir figürdür belki de. Ya da Levinas’ın Ölüm ve Zaman’da anlattığı gibi hareketin ta kendisidir. Wim Wenders da Arzunun Kanatları’nda sormaktadır “zaman nerede başladı” ve “mekan nerede bitiyor?”
Dans ve onu eyleyen figür ne başlayan ne de biten bir eylemlilik içindedir ve dünya son bulana kadar herhangi bir coğrafyada Angelopulos’un oynayan çocuğu gibi var olmaya devam edecektir. O figür, nerede ve kim olduğundan bağımsız, henüz duyularını, duygulanımlarını kaybetmemiş, diğer tüm canlı türleri, yaşayan organizmalarla paylaşılan seslerin ve renklerin bütünlüğüne kendini açma gayreti içinde, duyumsamaktan ve hayal etmekten vazgeçmemiş olandır.
Peki, dans etmenin kendisi tek başına politik, zaman ve mekândan özgürleştirici bir eylem olabilir mi? Geleceğe dair şimdide kurulan bir direniş alanı potansiyeli taşır mı? Price, Nonini ve Tree, her ne kadar ısrarla görmezden gelinse de Küresel Adalet Hareketi’nden Rastarfanyanizm’e, Zapatistalar’dan Raver’lara paylaşılan ortak hedefler ve hayaller, yaşam ve pratikler üreten bu hareketlerin ortak taleplerine ve dönüştürücü toplumsal işlevlerine işaret etmektedir [1].
Onlara göre, adını rave denen elektronik dans maratonlarından alan Raver’lar da “binyılcı hareketler” grubunun içindedir. Bu hareketler bir merkeze, lidere veya bireye ya da topluluğa, sahnelere ya da sahnede olanlara, mekân ya da alanlara büyük anlam atfetmezler. Hareketin kendisi tarihsel bir varlıktır. Kurumlar ve öznelerin kendisine vurgu yapmadan, ortak değerleri sürdürerek “canlı bir organizma” olarak kendi kendine yaşamaya devam eder. Ve elbette bahsedilen bu potansiyele eleştirel yaklaşanlar da bulunmaktadır.
TAZ’dan PAZ’a
Antropolog David Graeber, sosyolog Karl Mannheim’dan aldığı chiliasm (binyılcılık) anlayışının yoksullar için uzun vadeli bir politik perspektiften yoksun olduğunu belirtmektedir [2]. Oysa sistem içinde var olamayan, olmak istemeyen, sistem tarafından sürülen ya da kendi isteğiyle sürgüne gidenlerin düşledikleri “başka bir dünyayı”, yan yana gelebilecekleri “ütopik vahaları”, “ideal yerleri”, geçici ya da süregiden farklı zamansallıklar içinde de olsa kurma ve üretme dirayeti gösterenler de yabana atılmamalıdır.
Anarşist filozof Hakim Bey tarafından tanımlanan “geçici otonom bölgeler”in (TAZ; Temporary Autonomous Zone”) “kalıcı otonom bölgeler”e (PAZ; Permanent Autonomous Zone) dönüştürülebilmesinin en önemli ve sağlam araçlarından biri, belki de, yaşamsal pratiklerin kültürel pratiklerle aktarılabilmesidir [3].
Peki, eğer politik bir potansiyel söz konusuysa bu potansiyeli mümkün ve muhalif kılan öğeler nelerdir? Free-parti geleneğine anti-kapitalist politik karakterini, seçilen/kullanılan mekânın türü (ortak alanlar ve onların yeniden ortaklaştırılması), o mekândaki üretim ve tüketim biçimleri (DIY; do it yourself), mekân üzerindeki sosyal ilişkilenme (gelir ve sınıf ayrımına neden olabilecek engelleri ortadan kaldırmaya yönelik pratikler) ve hatta alternatif bir ekonomik alan yaratma potansiyeli vermektedir.
Eylemin gerçekleştiği yer kadar gerçekleşme biçimi de önemlidir. Bir deneyim olarak eğlence, sıradan ve normatif yaşam akışı dışında bir deneyim alanına dönüştüğünde parti ve partilemenin özgürleştirici muhalif karakteri ortaya çıkar. Var olandan ötürü hep birlikte yaşanan hoşnutsuzluk ve gene hep birlikte aranan ve yaratılmaya çalışılan bir “ideal yer” söz konusudur.
Muhaliflik ve göçebe kimlik
1990’larda Taksim’de Bulunmaz gibi nefes mekânlarının dışında, yukarıda anlattığım isyankâr, muhalif karakterde olmasalar da, legal-illegal aralıkları açan, öteki kimliklerin (lubunyaların ve drag queen’lerin), çokluğun ve çeşitliliğin kendini rahatça ifade edebildiği, kapitalizmin normatif ve çizgisel zamanının dışına çıkma imkânı veren gece kulüpleri de vardı.
Taksim-Talimhane’de 1980’lerin ortasında açılan 14, sonrasında 90’lı yıllarda onu takip eden 20, 19 ve daha sonra Türkiye’nin en büyük diskoteği olarak Maslak’ta açılan 2019 isimli gece kulüpleriyle birlikte bir ayakları yeraltında olan çocuklar buralara kaçarak düzen dışına çıkabildikleri özgürleşme alanları buluyorlardı. Sonra olaylar büyüyor, “ülkeyi dans pistine çevirdiler” diye 2019’un kapatılması meclis gündemine alınıyordu [4]. Bu satırların yazarı da 90’ların sonunda kulüp kültürüyle tam da burada tanışmıştı.
2000’in ortalarına doğru, neoliberalizmin o ilk özgürlükçü dalgaları durulurken bu kulüpler kapandı, hayat giderek pahalandı, baskı arttı ve Türkiye’de sokaktaki hayatın yerini elektronik müzik festivalleri, küçük bar-kulüpler ve ev partileri almaya başladı. Bugün kamusal olanı giderek özele sıkıştırma, hatta yok etme, sadece bizim coğrafyanın değil, bütün halkların sorunu olurken, sahip olduğumuz özgürlük alanlarını geri almak da gene hayallerinin peşinden giden, başka bir dünya arayan, bir ayağı yeraltında çocukların boynunun borcu oldu.
Türkiye’ye geri döneceğiz, ancak parti mefhumunu kulüpler ve ev partileri aracılığıyla öğrenen biri olarak çok paralar verip girilen kulüplere, orada çok paralar verip içilen içkilere tepki gösterip partileme hakkını “sınıfsal bir şey” olmaktan çıkarmaya çalışanlarla, ilk free-partileri düzenleyen köklü “kabile”lerin (kendileri için tribe tabirini kullanırlar) bulunduğu Fransa’da tanıştığımı belirtmeliyim.
Daha sonra, 2012’de, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da yapılan iki teknivale gitmek için gene aynı Fransız arkadaşlarla Berlin’de buluşup yollara düşmüştüm. Bu yolculuklar öncesinde İstanbul’daki ev partilerinde dinlediğim, hakkında videolar izlediğim (We Had A Dream) “tekno” müziğin arkasında nasıl bir yaşam ve direniş damarı olduğunu pek de bilmiyordum.
Yeni özgürlük alanları olarak teknivaller
Techno ile tekno, yani “ch” ve “k” arasındaki önemli farkları aşağıda açıklayacağım, şimdilik bahsettiğim endüstriyel kulüp kültürü ve muhalif nomad karakterde olanlar arasındaki farkın bu yazılış biçiminde saklı olduğunu söylemekle yetineyim. Bir ay süren yukarıda bahsettiğim uzun yolculuğu yapana kadar, free-partilerin ve teknonun politikası, bunların orta sınıf eğlenme alışkanlıkları karşısındaki pozisyonuna dair benim de net bir fikrim yoktu.
Free-parti, özellikle Avrupa’da, bazen bir sound system’in —tekno etrafında yan yana gelmiş kolektiflerin kendi kaynaklarıyla oluşturdukları ses sistemleri— bazen birkaçının bir araya gelerek, genellikle terk edilmiş binalarda veya devlet ya da şahıslara ait kullanılmayan arazilerde, herhangi bir otoritenin izni ya da haberi olmadan organize ettikleri partilere verilen ad. Bu free-partilerin büyüklerine, her yıl yaz aylarında birbirini takiben düzenlenen ve farklı ülkelerden kabilelerin bir araya gelerek yine farklı ülkelerde organize ettikleri, daha geniş çaplı ve genellikle daha uzun partilere (5-10 gün arası) ise teknival deniyor. Bahsettiğim ilk partilerin ardından yıllar içinde birkaç defa Romanya’daki free partilere ve bir kez de Rotek’e gidebildim. (Teknival isimleri ülke adlarının ilk hecelerinin ya da isim kısa ise ismin kendisinin -tek ekiyle birleştirilmesinden oluşuyor; Çektek, Slavtek, Rotek gibi…)
Bu ortamlarda, kişisel ihtiyaçlar mümkün olduğunca azaltılmaya çalışılırken, öncelik beslenme ve barınma gibi ortak ihtiyaçların en temel formlar halinde (ortak mutfaklar, kamyonet evler gibi..) karşılanmasına veriliyordu. Satın alma yerine değiş tokuş ve üretime yönelik alternatif bir yaşam, sisteme dahil kurum ve kuruluşlardan mümkün olduğunca uzak bir “özgürleştirici deneyimler alanı” kurulup öyle partileniyordu. Ben de, otoriter olmayan, kariyer yapmayı değil, kendini ve dünyayı tanımayı seçen insanların buluştuğu ve gündelik yaşamın partinin kendisinden ayrı yaşanmadığı küçük ve güzel bir dünya ile böylece tanışmış oldum.
Bahsettiğim, teknivallerin hepsini görmek isterseniz aylarca sürebilecek bir yolculuk. Sanırım teknivallere gidenlerin epey büyük bir kısmı, satın alıp içini dönüştürerek yaptıkları kamyonet-evlerde yaşıyor ya da yolculuklarını bunlarla yapıyorlar. Göçebelik, göçebelikle birlikte gelen yaşam alışkanlıklarının getirdiği hafiflik, eşyaların zaruri azlığı, evini yanında taşımanın rahatlığı —böylece 3 avroya bir kafede değil kendi dönüştürdüğün kamyonetinde içebiliyorsun— karşı olduğun yaşam tarzı ve alışkanlıklarından uzak durabilmeni sağlıyor aynı zamanda. Evin kamyonet olunca kapın her zaman yolda karşılaşılan insanlara, sürekli değişen komşulara da açılıyor.
“Su, tuz ve techno”
Amacımız elektronik müzik tarihini anlatmak olmasa da bazı tarihsel kesitlere atıfta bulunmadan kulüp kültürünün ve techno müziğin ortaya çıkışını aktarmak mümkün görünmüyor. II. Dünya Savaşı’nın toplumsal ve siyasal sonucu olarak ABD, Britanya ve Batı Avrupa’da, özellikle Almanya’da ortaya çıkan modern, endüstriyel ve kalkınmacı kapitalist toplum ve onun baskın kültürü aynı zamanda teknoloji bağımlısıdır. Bu nedenle, modern yaşamın yeni aksesuarlarını yaratmayı vaat eden elektronik endüstrisi, aynı zamanda savaş-sonrası ekonomide öncelik kazanmış ve geniş finans kaynakları ile donatılmıştır. Elektronik teknolojilerinin gelişimi ise gereken altyapı imkanlarını sağlayarak elektronik müziğin önünü açmıştır. 1950’lerden itibaren, önce Berlin ve Hamburg, ardından Münih, melodi yerine kakafoniyi tercih eden deneysel ve elektronik müzikçilerin yuvası olur.
Almanya’da yeni dünyaya müzik ve seslerle itiraz edenlerin öncülük ettiği yaratıcı, olabildiğince yenilikçi ve özgürlükçü müzik ortamı, 70’lere gelindiğinde free cazdan krautrock’a uzanan geniş bir yelpazeye açılmıştır. Berlin, Hamburg ve Münih, underground kulüplerin ve Amon Düül gibi rock müzikle bütünleşmiş radikal sanat komünlerinin ortaya çıktığı kentler olur.
Bilinen müzikal formların yerini serbest yapılaşma —hatta yapılaşmama— ve doğaçlama alır. Can, Tangrine Dream, Kluster ve geleceğin müziğine hepsinden fazla yön veren Kraftwerk kendi dönemlerinin ve bu türün önemli gruplarıdır. Onları dinlerken zihninizin sınırları ve bulunduğunuz mekânın ötesinde yolculuklara çıkmak işten bile değildir ve saykodelik türlere giden yol da bu grupların albümleriyle açılır.
Endüstri toplumunun içinde ortaya çıkan elektronik müzik hareketi, 1980’den itibaren dünyayı etkisi altına almaya başlayan neoliberalizmin Batı ülkelerinde yarattığı post-endüstriyel toplumda bambaşka yankılar bulur. ABD’de Reagan döneminin sanayisizleşme politikaları New York, Detroit, Chicago gibi büyük işçi kentlerini birer hayalet şehre çevirmiştir.
Post-endüstriyel depresyon New York’ta hiphop kültürünün doğmasına neden olur. Ama Detroit’in yanıtı techno iken Chicago’nunki house türü müzik akımları olur. Detroit’te yeşeren techno ve club kültürü, Reaganizme karşı bir savunma stratejisi olarak, 1980’li yılların sonuna doğru Afro-Amerikan sanatçıların öncülüğünde yeşerir. Detroit’in kara maskeli techno kolektifi Scan 7, göller bölgesindeki kentin “üç inanılmaz doğal kaynağını” şöyle sıralar: “Su, tuz ve techno.” [5]
Elektronik dans müziği ve kültürün ortaya çıkması ve kitleselleşmesinde büyük rolü olan yerler arasında Almanya’nın sanayileşmiş bölgeleri ve Britanya da var. “Demir Leydi” Thatcher’in devleti küçültüp serbest piyasayı güçlendirmek adına yürüttüğü “kemer sıkma” politikaları topluma basınç uygularken karşı kültürde birbirini tetikleyen tepkisel akımların da doğmasının da yolunu açar. 1960’da başlayıp 70’lerde gelenekselleşen kitlesel festivaller, 1990’ların dünyasında, anarko-punk, komünal idealler ve müzikal evrimle birleşerek bir toplumsal hareket olarak free-parti geleneğini de doğurur.
Tekno ya da blah blah
Techno ve tekno arasındaki fark ise, beat’ler ve bass’larla iligili olduğu kadar herkes için otonom bir yaşam, özgürce partileme ve dans etme taleplerinin müzikle yan yana, onun etrafında kuruluyor olması ve bir ortak yaşam politikasına işaret ediyor olması sanırım…
Free-partileri diğerlerinden ayıran, haz odaklı bir eğlence ve kâr öncelikli bir yaşamdan uzak durma gayreti. Bu nedenle de DIY (do it yourself; yani “neye ihtiyacın varsa kendin yap”) bu partilerin temel ve önemli ilkelerinden biri. Ses sistemlerinin kurulması, plakların edinilmesi, yani partinin gerçekleşmesi için gerekli “üretim araçlarının” elde edilmesi amacıyla parti alanlarında bir tür dayanışmacı ekonomi döndürülür.
Tabii kâr ve paradan uzaklaşmak, öncelikle devlet ve kurumlarından, özel mülkiyetten mümkün olabildiğince kaçmak anlamına gelir. Partinin “free” olabilmesi için önce parti mekânlarına yüklü kiralar ödememek gerektiğinden, squatting, yani “işgal” bir başka önemli ilkedir. Bir diğeri illegalite, free-partilerin “kurtlarını polis gelene kadar dök” şiarıyla organize edilmesidir. 2005’te Çektek’te olduğu gibi, polis geldiğinde partinin terkedilmediği oldukça etkileyici direnişlerin sergilendiği örnekler de mevcut bir yandan…
Particiler free-partilerde çalan DJ’lerin yüzünü görmez, kimin çaldığı bilinmemektedir. Çünkü sahne yoktur. Karşımızda ses sistemlerinin hoparlörleri yan yana geldikçe büyüyen bir “ses duvarı” dışında bir şey yoktur. Yani, “anonim” olmak en önemli ilkelerden biridir. Burada önemli olan sestir, free-particiler sahneye değil sese gitmekten (going to sound) bahseder. Göz önünde olan ve parlatılanlarla değil, binlerce yıllık sesler, melodiler ve ritimler eşliğinde hissedilenle ve yaşamla bağlar kurulur.
Müziğin kendisine gelince, techno aslında electronicabaşlığı altında toplanan elektronik dans müziğinin bir alt türüdür. Free-partilerde çalınan tekno, kendi içinde french-core, digitalcore, gabber, hardtekgibi onlarca farklı alt klasmana ayrılır. Bence tekno özgürleştirici, sağaltıcı, zaman ve mekândan çıkışlara, düşsel ve şiirsel mekânlara geçişlere imkân veren bir müzik…
Romanya-Aya Sound System’den bir yoldaşımız, tatlı bir parti sabahı, arkamızda bangır bangır tekno yardırırken girdiğimiz bir arabanın içinde, klasik müzik dinleyip ormana doğru bakarak kendi “seyahatlerimizi” yaptığımız bir esnada şöyle demişti:
“Klasik müzik ve tekno birbirine benzer. Çünkü ikisi de blah blah yapmaz. Müzikten anlıyorsan sadece kendi kendine oturup sanatçının paylaşmak istediğini dinlemen ve hayal etmen yeter. Ama anlamıyorsan da bir hikâye kurgulayabilirsin. Gözlerini kapattığında ne istediğini ya da hissettiğini anlayabilirsin. Teknoda da klasik müzik gibi hissedersin; depresif, enerjik, mutlu, üzgün…. Sadece melodi ve ritimle. Klasik müzik sevmeyen bir DJ ya da yapımcıyla hiç tanışmadım.”
“Özgür insanlar, özgür gelecek”
Tekno müziğin ardında bütün teknik donanımı kendi imkânlarıyla sağlayan sound system adlı kolektifler vardır. Spiral Tribe (İngiltere) ve Heretik (Fransa) sound system sayılabilecek onlarca ismin yanında kültürün efsaneleri arasında yer alır [6]. Her ikisinin de yaptığı illegal partiler, ülkelerinde free-partilere karşı önleyici yasalar alınmasına neden olacak kadar kitleselleşmiş ve devleti korkutmuştur.
Free-particiler anti-oteriteryan yaklaşım ekseninde “özgür partiler, özgür insanlar, özgür gelecek” mottosuyla partilemeye devam ederken, içlerinden Desert Storm gibi bazıları, ses sistemlerini savaşın yıktığı Bosna-Hersek’e götürmüştür. 1992’de İngiltere Luton’da kurulan Exodus kolektifi yalnızca yerel ve kitlesel free-partiler yapmakla kalmayıp aynı zamanda evsizlere barınak sağlanması ve topluluk tarımı gibi sosyal girişimler de başlatmıştır.
Free-parti camiası “scene”i içinde, partilerin son yıllarda yukarıda bahsettiğim değerlerden uzaklaştığına dair iç tartışmalar da yapılmaktadır. Bunun yanında partilerin Avrupa içinde yapılmasını sorunlu bulan particilerden bazıları geçtiğimiz birkaç yıl içinde, Avrupa dışında, özellikle Ortadoğu’da free-parti organize edebilmek için inisiyatif grupları oluşturmaya başladılar.
Türkiye’ye gelince…. Daha önce ülkenin dağlarında bayırlarında partileyenler olmuştur elbette, hepsi de birer free-parti’dir aslında. Ancak bir gelecek düşü, politik ve organize bir hareket olarak Wreckage Sound System, geçen yıllarda bizim buraların ilk free-partisini patlattı. Romanya’dan, Fransa’dan gelen ses sistemleri ile birlikte organize-kolektif bir eylem ortaya kondu. Parti yukarıda bahsettiğim gibi, kâr amacı gütmemek, dayanışma, kolektif eylem, geçici işgal, otonomi gibi ilkeler etrafında organize edildi. Onları sosyal medya aracılığıyla takip edebileceğiniz gibi, Avrupa’daki free-parti ve teknival programlarını da izleyebilirsiniz.
Mekânlarımızı geri almanın araçlarından biri olarak müzik, dans ve partileme, değerleri ve ritmi olan, hayal gücümüzü, algılarımızı açan, sadece birbirimizle değil bütün türlerle kucaklaşmamızı sağlayan politik bir eylemdir. Yakında bunun daha fazla insan tarafından anlaşılmasını umalım…
Yazıda bahsi geçen seslerden kimilerine kulak vermek için de:
- Charles Price, Donald Nonini, Erich Fox Tree, “Grounded Utopian Movements: Subject of Neglect”,Antropological Quarterly, Vol. 81, No: 1, s.127-159, George Washington University Institute for Ethnographic Research, 2008
- David GraeberDirect Action: An Ethnoghrapy, California, 2009
- Hakim Bey,T.A.Z.: The Temporary Autonomous Zone, Ontological Anarchy, Poetic Terrorism, New York, 1991
- https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-pazar/gelecegin-kulubune-donus-41166868
- https://www.youtube.com/watch?v=1E7ROANO630&ab_channel=bookofBEE
- https://www.theguardian.com/artanddesign/gallery/2011/may/27/free-party-scene-in-pictures