Barbara Creed, 1993 tarihli The Monster Feminine: Film, Feminism, Psychoanalysis adlı kitabında, korku sineması üzerine yazılmış akademik ve medyatik yazılara bakar ve neredeyse her birinin ele aldığı filmlerdeki kadın karakterleri hikayenin kurbanları olarak temsil ettiğini tespit eder. Creed’e göre bu eğilim genelliğini ve güvenilirliğini Freud’un Oedipus kompleksi kavramına borçludur: Bu kavrama göre kadınlar erkekler tarafından hadım edilmiştir. Creed bu genelgeçer perspektifi yeniden değerlendirmek için ana karakterleri kadın olan birkaç klasik korku filmini yeniden ve derinlemesine okur ve bahsi geçen filmlerde aslında tam tersinin söz konusu olduğunu savunarak, “standartlaştırılmış bir kurban olarak kadın” klişesine meydan okur: Bu filmlerdeki kadınlar kurban değil bilakis canavarın ta kendisidir. Yazar bu argümanını desteklemek için Freud’un Oedipus kompleksi üzerine temel metni Küçük Hans’ı yakından okur, aynı zamanda feminist düşünür Julia Kristeva’ya başvurur.
Freud’un Küçük Hans vaka analizinde küçük oğlan çocuk Hans annesinin (ya da kız kardeşinin, veya kadın bakıcısının vb.) cinsel organı ile ilk karşılaşmasında onun bir penisi olmadığını fark eder. Freud, Hans’ın annesinin hiçbir zaman bir penise sahip olmama olasılığını düşünmediğini, penisin bir zamanlar mutlaka var olmuş ancak otoriter babası tarafından kesilmiş olması gerektiğini düşündüğünü iddia eder. Hikaye kendiliğinden bir fark üzerine değil (“annemin penisi yok o zaman belki başka bir şeyi vardır?”), özdeşlik içinden dallanan bir eksiklik olarak kurulur. Çocuğun, annesinin bu şekilde iğdiş edilerek pasifize edildiğine inandığı senaryo Oedipus karmaşasının da merkezinde durur. Hans annesinin boyunduruğundan annesini hadım ederek devre dışı bırakan, etkisiz hale getiren babası sayesinde kurtulur ve böylece ortak dünyaya adım atar. Ödipal eşiğin başarıyla aşılması (yani babanın aslî hadım eden/otoriter özne olarak kabulü) çocuğun annesiyle olan romantik ikili ilişkisinden kopmasına ve otoritelerin ve kuralların dünyası olan sembolik sistemde yani kültürel hayat içinde bağımsız bir özne olarak kendini inşasına yardımcı olur. Medeniyet olarak da adlandırılabilecek bu yeni dünyanın en önemli kuralı da malumunuz anneyi arzulama yani ensest yasağıdır. Bu ödipal süreç Freudyen teoride kızlar için oğlanlarda olduğundan farklı şekilde işler. İdeal ve beklenen sonuç oğlan çocukların bu süreçten egemen, güçlü ve otoriter, dolayısıyla hadım edici özneler olarak çıkması iken kızların edilgen ve uysal, yani hadım edilmiş özneler olarak çıkmasıdır.
Creed, korku sineması üzerine var olan çoğu eleştirel yazı ve analizin bu formülü takip ettiği için hadım edilmiş, pasif, kurban kadın mitine su taşıdıklarını ancak bunun yanlış olduğunu iddia ediyor ve yeniden okumalar yoluyla Freud’un kavramsallaştırmasındaki belirli eksiklikleri tespit ediyor. Ona göre Freud, Oedipus teorisini oluştururken yüzde yüz dürüst ve tarafsız değildir; örneğin Küçük Hans vakasında aksi yönde başka veriler de bulunmasına rağmen Freud, baba figürünü hadım eden kişi olarak merkeze yerleştiren nihai teorisine uyması için vaka verilerini kasti olarak yanlış değerlendirir. Örneğin Freud’un Hans’ın annesinin ona “senin pipini keserim” dediğinde ne kadar çok korktuğu gibi bazı detayları görmezden geldiğini belirtiyor. Bir yandan da özne olmaya götüren Oedipus sürecinin Freud dışında kavramsallaştırmaları olduğunu da hatırlatan Creed, Julia Kristeva’nın “bedenin ilksel haritalanması” olarak adlandırdığı sürece bakıyor. Kristeva’ya göre ödipal dönemden çok önce çocuğun simgesel olana girişini başlatan başka bir dönem söz konusudur. Tek otoritenin anne olduğu bu evrede çocuk ve anne utanç kavramının olmadığı, ikili ve barışçıl bir ilişki içindedir ve anne çocuğa bedeni ile dünya arasındaki sınırı, çocuğun altını temizlediği tuvalet eğitimi süresinde öğretir. Bu şekilde çocuk benliğinin temiz, kendi içinde bütün, bedensel ve sınırları olan bir şey olduğunu fark eder. Kristeva’nın önermesinde anne hadım edilmekten çok uzaktır, tam tersine ilk hadım edici olarak cisimlenir ancak daha sonra erkek tarafından sınırları aşan, pis (abject) ve çocuğun öznelliğinin önündeki engel olarak görülmek üzere daha büyük bir amaç uğruna, medeniyetin iyiliği uğruna, manipüle edilir.
Creed, bu argümanları ışığında Alien üçlemesi, The Exorcist, Carrie ve Psycho dahil olmak üzere birkaç önemli klasik korku filmini yeniden analiz ediyor ve bu filmlerdeki kadın karakterlerin aslında kurban olmadığını ikna edici bir şekilde savunuyor; öyle ki bu karakterler zayıf kurbanlar olarak değil korkunun asıl kaynağı olan otoriter figürler olarak beliriyor. Creed’in argümanı cinsel fark konusunu yeniden düşünmeye ve türün mevcut literatürünün yeniden okunmasına teşvik ederken, ortodoks psikanalizin analitik emperyalizmi altındaki korku sinemasının da biraz nefes almasına sebep oluyor.
Creed’in bir sonraki kitabı, Fallic Panic: Film, Horror and the Primal Uncanny benzer bir konunun izini benzer bir şekilde takip ediyor ama bu sefer korku türünde kadınların değil, erkeklerin “korkunç” olarak temsil edilmesine odaklanıyor. Bu sefer Freud’un“Tekinsiz” (Uncanny) makalesini yeniden okuyarak Tekinsiz kavramı içinde, “İlkel Tekinsiz” olarak adlandırdığı yeni bir kategori kuruyor. Bu kavrama göre kadınlar kendilerine atfedilen ve doğuştan taşıdıklarına inanılan üç özellik yüzünden Tekinsiz olarak görülüyor: Doğaya, ölüme ve hayvana olan yakınlıkları yüzünden. Gerçek dünyada kadınlara yapıştırılan “doğallık” (doğuştan duygusallık, anaçlık vs), “hayvanilik” (cinsel arzu, şehvet, ihtiras vs) ve “ölüme yakınlık” (yine cinsel arzu ki ölümler özdeşleştiriliyor, adet kanaması gibi iğrenç ve bedenin sınırlarından taşan özellikler) gibi özellikler, erkeklerde tespit edildiğinde bahsi geçen erkeği tekinsiz ve “korkunç” bir şey haline getiriyor, zira Creed’in argümanına göre erkek bedeni medeniyetin sembolü iken adet gören, çocuk doğuran, cinsel arzu saçan kadın bedeni ise medeniyetten dışlanan her şeyin, hayvanların, doğanın ve ölümün sembolü olarak görülüyor. Yani Creed korku filmlerindeki korkunç olarak gösterilen erkeklerin aslında hadım edici nitelikleri nedeniyle değil (Halloween filminin kötüsü Michael Myers’ı, Freddy Krueger’ı, Frankenstein’ın canavarını ve bilumum vampir ve kurt adamı düşünün) bu ilkel tekinsizlik evrenine yerleştirildikleri için canavar olarak görüldüğünü, onları korkunç kılan ve kimini akıl hastanesi (Michael Myers), kimini rüyalar alemine (Freddy Krueger) hapsederek hemen hemen hepsini medeni dünyanın dışına atan şeyin de onları ele geçiren kadınsı nitelikler olduğunu savunuyor. Velhasıl kadınsı olarak görülen her şeyin erkek sembolik sistemini tehdit ediyor oluşunun aslında bu sistemin ne kadar zayıf olduğunu, sarsılmaya çok meyilli olduğunu gösterdiğini de ekliyor Creed: Kendisini, kadınsı olan her şeyle kurduğu mesafeyle tanımlayan bir medeniyet bu bahsi geçen.
Bu argüman aslında erkek sembolik sistemin kadınlık karşısındaki kırılganlığını ve feminenliğe olan alerjisini açık etmesi anlamında epey güçlü bir kavramsallaştırma sunuyor: Ölüme, doğaya ve hayvanlar alemine yakın yani feminen olarak kodlanan her şey medeniyet için bir tehdit unsurudur. Bu tehdit karşısında fallik bir panik yaşayan sistem kendisini sağlama almak için tekrar tekrar kadınsı olana beslenen köklü korkuya bel bağlar. Bu kırılganlığa dikkat çekerek Creed, erkek addedilen sembolik düzene, hadım edici ve otoriterlik gibi özellikler vasıtasıyla kadiri mutlak bir nitelik yükleyen edebi eleştiri geleneğine hakim determinist bakış açısına da bir eleştiri ve alternatif getirmiş oluyor. Velhasıl erkek düzenin gerçekten çok başarılı olduğu bir konu varsa, feminenlik tehdidi karşısında yaşadığı bu fallus paniğini ya edebiyat, sanat ve sinema gibi yaratıcı alanlar vasıtasıyla süblimleştirerek ya da dikkati psikanaliz ve felsefe gibi zihinsel anlamda kurucu alanlara paslayarak nasıl doğallaştırıp gizleyeceğini çok iyi bilmesi olduğu ortaya çıkıyor.
Her iki kitapta da canavarlar, cinsel farka dayanan, hâlâ psikanalitik ama aynı zamanda feminist bir mercekle analiz ediliyor ve Creed kadın bedeninin canavar olarak görülmesinin kaynağını yani onun sembolik düzenle ilişkisini tespit ediyor. Aslında bir canavar olarak temsil edilen şey aynı zamanda medeni olmayan, dolayısıyla erkek olmayan ve düzene ait olmayan şey olarak karşımıza çıkıyor. Korku filmlerinde neyin korkutucu olduğuna dair kavramsallaştırmaya bu alternatif bakış, geleneksel psikanalitik temelli eleştirileri ve süregelen tekrarları yanında bugün bile tazeliğini koruyor çünkü bu analiz de bir yandan hâlâ psikanalitik kanon içinde yeşerirken aynı zamanda aynı kaynakları kullanarak kanona ikna edici itirazlarda da bulunuyor.
Creed’in iddiasında kendisinin de bu kanon içinde sıkışıp kaldığı, dolayısıyla korku sinemasında kadınların ısrarla tek tipte temsil edilmesinin/okunmasının toplumsal ve sosyo politik nedenlerini ihmal ettiği söylenebilir. Sunduğu kavramlar ve örneklerle yeni bir perspektif açmasına rağmen bu ısrarlı temsillerin gerçek dünyadaki maddi etkilerini gözden kaçırdığını da söylemek mümkün. Bu filmlerde aslında izlediğimiz şey bize gösterilenden ve ana akım sinema eleştirisinin sürekli tekrar ettiği ezberden farklı olarak patriyarkanın gerçekten de kadınlardan ödünün koptuğu gerçeği olabilir zira toplumsal cinsiyet rolleri sanıldığı kadar katı ve yerlerine çivilenmiş değildir ve her an tepetaklak edilebilir ama günün sonunda feminenliğin bu gizli güçlü ve otoriter temsilleri kadınları gerçek dünyada güçlendirme kuvvetine de sahip değildir. Bilakis psikoloji, dünyayı sınıf boyutundan azade pür zihinsel bir evrene indirgeyen neoliberal bir bireyselciliğin izinin sürüldüğü diziler, filmler, dikkat çekici İnstagram fotoğraflarına eşlik eden özlü sözler ve kişisel gelişim kanalları ile pratik hayat içinde öyle yaygın ve güçlüdür ki, kurucu ve şekillendirici etkileri sırf yazan tarafta değil izleyici tarafında da gözlemlenir. Creed’in ve diğerlerinin önerdiği alternatif okumaların sadece belirli dillerde erişilebilir olması ve akademik çevreler dışında pek bilinmemesi, bilginin statüsel kabulünün, dolaşımının ve yayılma şeklinin de sembolik düzen için hayati önemde olduğunun bir göstergesi olabilir. Getirilen farklı yorumların radikal bir değişikliğe sebep olması için, sarsılmaz kavram ve teorilerin salt kimler tarafından neden ve nasıl yazıldığı üzerine değil, kimler tarafından dağıtıldığına ve kimler tarafından neden, ne sıklıkla ve nasıl tüketilip içselleştirildiği üzerine de düşünmek gerekir- elbette salt zihinsel haritalara yaslanarak değil, arkalarındaki maddi koşullarla birlikte.