Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun Muhsin Ertuğrul’u, Ertuğrul’un Ermeniler ve din konusundaki devlet politikalarının getirdiği sahneye çıkma yasağı nedeniyle kimliğini gizleyerek sahne alan kadın tiyatrocu yol arkadaşlarını konu alan yeni oyunu “Kim Var Orada? Muhsin Bey’in Son Hamleti” hakkında şimdiye kadar çok yazıldı. Sürekli fabrika ayarlarına geri döndürülen belleklerimize Osmanlı dönemi kültür, sanat ve tiyatro tarihinin şimdiye kadar yoksayıla gelmiş bir kesitini kibar, nükteli ve edebi şekilde geri sunan güzel bir oyun kanaatimce. Ancak bu yazının esas yıldızı, Banu Açıkdeniz’in bir bölümde öfkeli bir kitleyi tek başına dans ettiği çağdaş performansı.
Bu dans performansı tiyatro oyununun içinde kısaca şu şekilde eklemleniyor:
Muhsin Ertuğrul (Cüneyt Yalaz) ve Vahram Papazyan (İlker Yasin Keskin) sahnenin ortasında dururken, sahnenin köşesinden yüzünde beyaz bir maske ve elinde bir baston ile kara tekinsiz bir şey sinsi sinsi içeriye giriyor. Performans sanatçısının yüzünü göremiyoruz ama saçların karakteristik yapısı bize sanatçının gerçek kimliğini çok zorlanmadan fark ettiriyor. Ancak bu kostümün içinde dansçının yobaz bir kalabalığı canlandırdığı bedeni, kimliksiz ve cinsiyetsiz. Tekil ama çoğul, biraz tekinsiz, biraz karanlık ve biraz karakoncolos!
“Tekinsiz Karanlık”, yavaş yavaş sahnenin ortasına ilerliyor. Sessizlik sonrası beklenen adrenalin, tekinsiz karanlığın hiddetle masanın üzerinde duran kağıtları havaya saçmasıyla sahneye yayılıyor. Eş zamanlı olarak nabız yükselten bir müzikle birlikte Vahram ve Muhsin kaçmaya, Tekinsiz Karanlık ise iz süren raksına başlıyor. Daha sonradan Vahram ile Muhsin’in arasındaki diyalogdan öğreneceğimize göre, Tekinsiz Karanlık’ı bu kadar öfkelendiren ve harekete geçiren tık noktası, o gece sahne alan kabare şov esnasında sergilenen hicivli bir performans.
Gerek Tekinsiz Karanlık’ın dans performansı, gerekse diğer iki oyuncunun kaçış sahneleri dönüşümlü olarak yavaşlatılmış ve olağan hızında yansıtılıyor. Gerçek zamanlı hız, tahmin edileceği üzere öfkeyi ve korkuyu yansıtacak şekilde hızlı, keskin ve soluksuz. Yavaşlatılmış hız ise, hareketi her ivmesiyle yavaş yavaş ve mercek altındaymış gibi ince detayları ile sunuyor. Zaman algısına ilişkin bu geçişli yapı, seyirciye performansı farklı boyut ve katmanlarda tecrübe etme imkânı sunmak ister gibi. Performansın geneline yayılmış olan bu yinelenen zamansal tezat, aynı zamanda görsel algıyı da etkiliyor ve yavaşlayan bedenin açılıp kapanan, uzanıp kıvrılan jestlerini olduğundan daha geniş ve heybetli, hızlanan hareketlerini ise olduğundan daha keskin, köşeli ve seri hissettiriyor.
Tekinsiz Karanlık’ın performansına, dümdüz ekseninden beklenmeyecek bir kıvraklıkla eşlik eden huzursuz baston ise, bir yandan dansın seyirciye geçirdiği gerginlik hissini pekiştirirken, bir yandan da “bir baston ne kadar hırçınlaşabilir?” sorusuna farklı açılımlar getiriyor.
Muhsin’in ve Vahram’ın aslında başlangıç noktasından hareket etmeyen ve dolayısıyla bir yere varmayan can havliyle kaçışmasının aksine, Tekinsiz Karanlık sahnede çok rahat; bedeni de özgür, adımları da. Masanın üzerinde yerde, sağda, solda, önde, arkada… her yerde. Hareketlerindeki rahatlık ve mekân içindeki devinimindeki genişlik ve her yerdelik aynı zamanda Tekinsiz Karanlık’ın “yeteri kadar kalabalık” olduğunu da hissettiriyor. Yönü ise değişken ancak her seferinde odağına yönelmiş, birilerini aradığı belli. Oradalar mı, buradalar mı, nerede bre bu tatlışlar?
Tekinsiz Karanlık oradan oraya savrularak öfkesiyle kendi kendini beslemeye ve büyütmeye, tatlışların da kaçışmaya devam ettiği sahne bana şunu düşündürüyor: İnsanın kendini güvende hissetmek için kendinden daha büyük bir şeye, “bir topluluğa ait hissetme ihtiyacı” ile birey olarak kendini “en önemli, en üstün ve her zaman haklı hissetme ihtiyacı” bir araya geldiğinde her seferinde pis kokan, zehirli bir kimyasal meydana çıkıyor. İlkel güdülerini kontrol etmeyi başarabilen ancak yok etmeyi başaramayan insan kümelerinde ötekileştirme, daha kibar bir şekilde “dışlama”, “horlama”, “nobranlık” gibi duygusal şiddet formlarında ve/ve ya “köleleştirme” gibi karma formlarda ortaya çıkarken, ilkel güdülerini ne yok ne de kontrol edebilmeyi başarabilmiş insan kümelerinde ise şiddet illa ki fiziki bir boyut kazanıyor. Söz konusu kümede tekinsiz karanlık mensupları arttıkça, “yok ederek had bildirmeyi hak görmeye”ye kadar gidiyor şiddetin ucu. Tüm teknolojik ve kültürel zıplamalara rağmen şampiyon yine hep “ilkel beynimiz”.
Başka dillere çevrilmeyi beklemeden daha fazla kişiye hitap edebilsin diye, tiyatronun da sinemanın yaptığı gibi üst/alt yazı teknolojisinin bir an önce daha yaygın kullanmasını arzu ediyorum. Bu doğrudan dansla ilgili değil ama genel bir temenni, kendisini evrene gönderiyorum.
Bir yandan eserin görünürlüğü artsın, diğer yandan da eğer bir gün (ulusal) bir dijital performans kütüphanemiz olursa -sanırım bu da evrene gidiyor- orada yererlerini alsınlar diye, sadece tiyatro oyunlarının değil, aynı zamanda içlerinde yer alan koreografilerin de başlıklandırılmalarını temenni ediyorum.
Ve Banu Açıkdeniz’in sanatı ve kadını karalara hapsetmeye çalışan tehlikeli bir karanlığın öfkesini konu alan raksını tekrar alkışlıyorum.
Oyunun takvimini linkte bulabilirsiniz.