Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Bir zamanlar, aslında sadece on yıl önce ama bir açıdan da başka bir hayatta, plansızca avarelik yapabiliyordum. Bilgisayar karşısında çalışmaktan yorulduğumda ya da haftalarca gri olan gökyüzü bir anda masmavi parladığında apar topar evden çıkıp, bisikletime atlıyordum. Vitrinlere bakar, sahafların önünde kitap karıştırır, bir kahve içer, aheste eve dönerdim. Çarşamba ve Cumartesi günleri ise tarifeli aylaklık seferlerim oluyordu. Her konuda güvenilir Berlin mihmandarım Susanne’nın tavsiyesiyle yoga, sonra bir galão, sonra bit pazarı… Tasasız gezinti, hedefsiz yürüyüş, kendini akıntıya bırakmak şüphesiz bir ferahlık veriyor. Yalnız olmak, konuşmamak (dolayısıyla dinlememek) ve yürümek (dolayısıyla durmamak) zihinde bir cereyan yaratıyor. Muhtemelen Yusuf Atılgan’ın etkisiyle, gündüz aylak dolaşmakla, akşam yalnız başına suarede film izlemek arasında kuzen derecesinden bir akrabalık var diye düşünürüm – ikisi de özlediğim kuziler!
Ev ararken tabii bunu hesaba katmamıştım ama şansa bakın ki mahallede iki sinema salonu var. Daha çok bilineni Odeon. Eve 2 dk. yürüme mesafesinde, filmleri orijinal dilinde gösteren, beyaz perdesi Emek kadar kocaman ve gösterimden önce kırmızı kadife perdesi yukarı doğru aheste katlanan bir sinema. Dışarıdan derme çatma görünse de neredeyse 400 koltuğu olan büyük bir salon. Savaştan hemen sonra, 1950’de işgal dolayısıyla şehirde bulunan Amerikan askerleri için, “Filmbühne Sylvia” adıyla açılmış. Dublajlı film izleme alışkanlığının çok güçlü olduğu Almanya’da, Originalversion (OV) gösteren ilk sinema Odeon olmuş. Yeşil neon tabelası, filmlerin isim ve seanslarının yazılı olduğu retro çizelgesiyle önünden geçer geçmez, içeri girip film izleme isteği uyandırabiliyor. Odeon’da ilk film izleyişimde (Away we go, Sam Mendes, Ekim 2009) uzun bir süre ‘sinemada sadece ben varım’ diye heyecana kapılmıştım – bir filmle başbaşa olmak da hoş bir yalnızlık türü. Heyhat, ışıklar sönmeden az önce dört beş kişi daha gelmişti. Yine de salon o kadar büyük ki ‘önüm arkam sağım solum’ diye düşününce epey yalnızdım.
Ne salonu, ne koltukları, ne de perdesi göz alıcı olan sokağın diğer ucundaki Xenon, mahallenin ikinci kült sineması. 1 Ekim 1909’da Kolonnenstraße’nin Feurigstraße’ye döndüğü köşeye inşa edilen beş katlı yeni binanın zemin katında açılan salon hala orada. Görünüşe göre sadece Schöneberg’in en eski sineması değil, aynı zamanda da Kreuzberg’deki Moviemento ile beraber Berlin’in halen faaliyet gösteren en eski iki sinemasından biri. Geçen yüzyılda çok defa el değiştiren sinema, 1995’ten beri sadece LGBT filmlere odaklanıyor ve de orijinal versiyon gösterim yapıyor. Xenon’un başka bir güzelliği de şehrin genelinde artık gösterimde olmayan filmleri, aylar, bazen bir yıl sonra tekrar vizyona alması. Böylece dersini günü gününe yapamayan izleyici gayrete gelebiliyor.
Finding Vivian Maier’i (Vivian Maier’i Bulmak) Eylül 2014’te Xenon’da izledim. Bir haftalık küçük bir ziyaret için mahalledeydim; Kadıköy’deki yeni hayatımızı Susanne’ya anlata anlata bitiremiyordum; iki numaranın aramıza katılmasına sadece üç ay kalmıştı. Evden hesapsız çıkmış, Xenon’da afişlere bakmış, filmin afişini çok beğenip girmiştim. Görsel sanatlara ilgim amatörlükten öteye geçmez, fakat filmde peş peşe fotoğrafların aktığı sahnelere bakarken Vivian Maier’ın büyük bir sanatçı, bu fotoğrafların da büyük birer sanat eseri olduklarını düşünmüştüm. Belki fotoğraf daha eski bir görsel dil olduğu için, ayrıca Maier bu fotoğrafları yetmiş yıl önce, yani aslında kendi başına ilgi uyandıran bambaşka bir tarihsel dönemde çektiği için eserleri hem çok tanıdık hem de bir o kadar çarpıcıydı. Bir biriktirme ya da içe dönük bir ifade yöntemi olarak aralıksız fotoğraf çeken (büyük olasılıkla bunları kimseyle paylaşmayan) Maier, ardında 100,000’den fazla negatif bırakmıştı. (http://www.vivianmaier.com/)
Maier’in çoğunlukla Chicago ve New York sokaklarında, ayrıca Fransa, Hong Kong, Yemen, Tayland, Vietnam, Kanada gezilerinde çektiği sayısız fotoğraf, türlü çeşit insan (ve hayvan) varoluşunu gündelik hayatın içinde belgeliyordu. Koleksiyondaki çok sayıda oto portre, Maier’in vitrinlere ya da aynalara yansıyan kendi suretinin kaydını tutmaktan da hoşlandığını düşündürüyordu. Dahası, belli ki sokaklarda hedefsizce avare gezinmek Vivian’ın sanatsal üretiminin vazgeçilmez bir parçasıydı. Sokakların ilham veren bir albenisi mi vardı, yoksa büyük şehrin vadettiği anonimlik miydi esas cazip olan? Belki de ikisi iç içe geçmişti, hayatını ve fotoğraflarını özenle saklayan – hem koruyan hem gizleyen – Maier, kalabalıklarda, negatiflerde, odasına yığdığı gazete balyaları arasında izini kaybettirmek istiyordu.
Oysa filmin kurgusu takıntılı biçimde meçhul fotoğrafçının peşine düşüyordu. Vivian Maier kimdi, nerede doğmuştu, nere(ler)de yaşamıştı, ne iş yapıyordu, nasıl birisiydi? Neticede filmin “bulduğu” ve izleyiciye sunduğu karakter, en hafif ifadeyle sorunlu ve sevimsizdi. Maier’in muhteşem fotoğrafları ve sanatı bu kadar değerliyken, yönetmenin kirli çamaşır arayışına girmesi estetik, entelektüel ve ahlaki açıdan rahatsız ediciydi. Seyircide içten içe ‘yanlış zamanda yanlış yerdeyim’, ‘hiç görmemem gereken bir şeye şahit oldum’ gibi bir utanma duygusu yaratıyordu.
Tasnifsiz arşivin başına gelebileceklere yazıklanırken aklıma Teyzem (1986) gelmişti. Ömrü hayatında hep incitilmiş Üftade’nin, söyledikleri duyulmamış, hayalleri kırılmış, bedensel bütünlüğü ihlal edilmişti. Ölümünün ardından, bu sefer de evin her bir tarafından fışkıran, yıllar boyunca yazdıkları, çizdikleri, günlükleri, karalamaları tecavüze uğruyordu. Bu talan sahnesi, Üftade’nin yaşadığı hayata katlanabilmek için yarattığı diğer dünyanın bir anda enkaza dönüşmesi, her izleyişte çok ağır gelirdi. Peki Umur’un sakladığı bir çanta dolusu yazı bir teselli miydi? Yahut aylak günlerimin evrakını çocuklar el yazımı sökmeden imha mı etmeliydim? Öte yandan bulutlarda biriken havai arşivle kıyaslandığında mürekkebi dağılmış müsveddelerin peşine artık kim düşerdi?