Biz de bir çeşit lezbiyenlik çeşnisi katılıp edilmiş bir metoo filmi izlemiş oluyoruz: zampara lezbiyen orkestra şefinin pek de hazin olmayan sonu.

KÜLTÜR

Tar (2022): Küstahça Yazılmış bir Lezbiyen #Metoo Hikâyesi

 

 

Cate Blanchett’i Carol’dan (2015) 8 yıl sonra çok hırslı lezbiyen bir orkestra şefi olarak izlediğimiz Tar (2022)  ile ilgili çok şey söylendi. Bu yazıya başlarken Cate Blanchett seven -özellikle lezbiyen ve kuir- kişilerden özür dilemek istiyorum. Ama Tar hepimizin Cate Blanchett sevgisini enstrümantalize eden, gözümüzü onun iyi oyunculuğuyla boyamış, derinleşmeyen bir film olmaktan öteye geçemiyor.

 

Lydia Tar’ın övgüler, güzel takım elbiseler ve kitap/albüm tanıtımlarıyla dolu bir hayatı var. Tar’ın orkestrasındaki baş kemancı Sharon ve pek de ilişki kurmadığı kızı Petra da bu hayata bir yerinden dahiller. Tar’ın en büyük aşkı müzik: Onunla ilgilenebilmek için kendisi için tuttuğu ayrı bir evi var, çalışma koşulları ve rutiniyle ilgili takıntılı. Bu sistem, ilişkisinin de olduğu, eski öğrencilerinden Krista’nın intihar etmesiyle tökezlemeye başlıyor. Yine tuhaf bir ilişki dinamiğinin olduğu asistanı onu terk ediyor, kendisine görevini kötüye kullanmaktan suçlamalar yöneltiliyor, sınıfta öğrencilerini iktidarıyla gerdiği garip videolar internete düşüyor.

 

Filmin klasik müzik, orkestra yönetimi ve bunun türlü raconlarıyla ilgili uzun açılış sekansını atlatmak biraz zor. Ama burada Tar’ın Mahler’in 5. senfonisini tekrar yorumlama takıntısına dair çok fazla şey öğreniyoruz. Film, öncelikle besin piramidinin tepesindeki birinin, iktidarının sefasını sürerken düşünmediği başka “küçük” insanların emeğine, desteğine ne kadar bağımlı olduğunu ifşa ediyor. İntihar haberini aldıktan sonra evin içindeki tuhaf ritmik seslerle uykusu sık sık bölünüyor Tar’ın: Bu kâh bir metronom oluyor, kâh buzdolabının sesi. Halbuki Şekspiryen tüm hikayelerden biliyoruz ki bu, vicdanının tıkırtısı. İkinci olarak ifşa edilen şey, iktidarını yanlış şekillerde kullanması. Tar’ın zamparalıkları ve öğrencileriyle kurduğu seksüel ilişkiler filmin ikinci yarısından itibaren canını sıkmaya başlıyor.

 

Başka bir izlekte ise, Tar’ın kızı Petra’yla da mesafeli ilişkisi var. Filmin en başında siyah ekranda duyulan Shipibo-Conibo kabilesinin şarkısı ve Tar’ın rüyasında ormanda yanan bir yatakta kızına benzeyen birini görmesi, bana Haneke’nin Cache (2005) filmini hatırlattı. Yönetmen burada yüzleşilmemiş kolonyal meselelere dikkat çekmek istiyor gibi görünüyor. Keza Lydia Tar’ın Julliard’daki sınıfında yaşanan olay da bu izleğin bir parçası olarak görülebilir. Max, kendini beyaz olmayan ve panseksüel olarak tanımlayan bir öğrenci olarak Tar ile Bach‘ın erkekliği, maşizmi üzerine kısa bir tartışmaya giriyor. Kısa, çünkü Lydia kendi iktidarını sonuna kadar yaşamaya yeminli olduğu sınıfta bu laga lugayı çekemeyecek kadar narsist biri. Max sınıfı terkederken arkasından bağırmaya devam ediyor. Sonuç olarak, bu iki konu da bir yere varmıyor, kolonyalizme veya Almanya’daki beyazlığın dominasyonuna dair herhangi bir şey söylenmiyor. Bu konuyla ilgili benzer fikirler beyan eden şöyle bir yazı da var: The Lesbian Allure and Colonial Unconscious of Todd Field’s Tár.

 

Hızlıca (15 dakikada) bağlanarak geldiğimiz son birkaç sahnede Tar’ı -tam olarak nasıl geldiğini anlamadığımız- Filipinler’de bir fantastik sinema filminin canlı müziğini kondükte ederken görüyoruz. Hayatının ters yüz olması onun müzikle ilişkisini değiştirmiyor; ilk ve tek aşkı müzik olmaya devam ediyor. İktidarı biraz sarsılan pek çok güç sahibi gibi daha küçük alanlarda at koşturmaya devam ediyor. Tar’ın sahiden değiştiğini gördüğümüz bir âna tanıklık etmeden kapanıyor böylece film. Biz de bir çeşit lezbiyenlik çeşnisi katılıp edilmiş bir metoo filmi izlemiş oluyoruz: zampara lezbiyen orkestra şefinin pek de hazin olmayan sonu. Evet biliyoruz, güç herkes için çok tehlikeli, cinsiyet dinlemiyor. Bu filmi izlerken NYU’daki profesör Avital Ronnel ve öğrencisi Nimrod Reitman arasındaki cinsel taciz, ısrarlı takip ve görevini kötüye kullanma suçlamalarını ve bu dava sürecinin feminist akademikler arasında yarattığı krizi düşünmemeniz olası değil.[1] Güç sahibi bir kadın tacizle ve görevini kötüye kullanmakla suçlandığında ne olur sahiden? Ronnel dava sonucunda 1 yıl uzaklaştırma almıştı. Sonra hayatına kaldığı yerden devam etti.

 

Film biterken kendi içinde ve çapında tutarlı olan bu karakter ile ilgili birkaç önemli ve cevapsız soru beliriyor: Hayatta nasıl bu noktaya gelmiş? Bu karakter na-trans bir adam olsa, onu konumundan uzaklaştırmak bu kadar kolay olur muydu? Belki de erkekler kulübüne uyum sağlayabilecek kadar sert ve “erkeksi” biriydi. Ama yine de film boyunca na-trans bir adam gibi algılanması mantıklı mıydı? Avital Ronnel örneğinde de görülebildiği gibi, iktidar sahibi kadınların görevini kötüye kullanma ve tacizle suçlanması ile ceza alması arasında çok fazla zaman olmuyor: Yargı mekanizması na-trans adamlar benzer şeylerle suçlandığında çok daha yavaş hareket etme lüksüne sahip oysa.

 

Film boyunca asla na-trans bir adam varsayılamayacak olan Lydia Tar, belki harika kesimli takımlarının, belki hırsının yarattığı algıyla, na-trans bir adam muamelesi görüyor. Kızı Petra’nın okulda canını sıkan Johanna ile “Petra’nın babası olarak” tehditkâr bir konuşma yapıyor. Öyle ki Filipinler’de açık büfeden insan seçer gibi masözünü seçmesi telkin edilen sahneye kadar, kendi patriarkal pozisyonuyla yüzleşmek zorunda kalmıyor. Zaten en başta kendisiyle yapılan röportajda da belirttiği gibi, kendisinden önceki kadın orkestra şefleri sağolsun, Tar’ın cinsiyetçilikle ilgili hiçbir sorunu olmamış. Eski hocasıyla yaptığı konuşmadan da anlıyoruz ki, Tar erkekler kulübünün bir parçası, ayıplanıp oradan uzaklaştırılana kadar da öyle kalıyor. Tüm bunların Cate Blanchett’in oynadığı bir kadın karakter için mümkün olmayacağını bilecek kadar iyi tanıyoruz patriyarkayı halbuki.

 

Filmin muhtemel ilham kişisi 2015-2022 yılları arasında Amerika’da Baltimore Symphony’yi yönetmiş olan Marin Alsop. Kendisi de lezbiyen ve partneriyle bir çocukları var. Alsop, Tar’ın aksine, herhangi bir suçlamayla karşılaşmıyor. Hatta güç ve görevini kötüye kullanma konusunda kendisine Tar üzerinden sorular sorulduğunda filmin konusunu eleştiriyor: “Bu pozisyonlarda hiç kadın olmadı… Bu pozisyonlarda beyaz olmayan hiç kimse olmadı. Onların da bu maestro mitolojisinin büyüsüne kapılacağını varsaymak gerçekten küstahlık.”[2]

 

Tam olarak böyle hissediyorum ben de: varsayımlarını cebinde güvenceye almış bir erkeğin bakış açısıyla yazılıp yönetilmiş, bu hikâyeyi anlatmak için de çok iyi bir oyuncu seçimi yapılmış küstahça bir film.

 

Alsop’un argümanını sayılarla desteklemek gerekirse, klasik müzik dünyasının en seksist yerlerinden biri olmakla eleştirilen Berlin Filarmoni Orkestrası’nda daha önceki kadın kondüktörlerin sayısı 1930’lardan günümüze kadar 10’u geçmiyor.

 

Judith Butler’ın Tar ile ilgili söylediklerine de katılmamak elde değil.[3] “Ellerinde güç olduğunda kadınlar da erkeklerle aynı şeyi yapıyor” demenin na-trans erkek faillerin uyguladığı patriyarkal ve sistematik şiddetin üzerini örtebileceğinden bahsediyor Butler.

Doğuştancı bir yerden “bir kadın zaten buralara gelemez, dolayısıyla fail olamaz” diyormuşum gibi anlaşılsın istemem. Çünkü Avital Ronnel meselesinden bunun böyle işlemediğini gördük. Taciz, şiddet failleri cinsiyetleri ne olursa olsun bir çeşit statü kaybına uğramalı, bir çeşit yaptırımla kaşılaşmalı. Olabiliyorsa eğitilmeli ve bu süreçlerden sonra da takibe alınmaya devam edilmeli. Çünkü bir şekilde görevlerine devam ettikleri durumlarda benzer şeylerin tekrar yaşanmaması için bir mekanizma oluşturulmuş olmalı.

 

Tabii ki bu argümanların hiçbiri, alan ne kadar patriyarkal olursa olsun, bir kadının orkestra şefliği yapmasına, kan, ter ve gözyaşı dolu bir kariyerin zirvesine oturmasına engel değil. Sadece Tar filmi bunu derinleşmeyen, nereden gelip nereye gittiği anlaşılmayan bir karakterle, aceleye getirilmiş bir senaryoyla ve pek de feminist olmayan bir bakışla anlatmaya çalışıyor.

 

 

[1] https://www.5harfliler.com/suclanan-bir-feminist-olunca-metoo-hareketine-ne-olur/

[2] https://www.nytimes.com/2022/10/13/arts/music/tar-female-conductors-power.html

[3] https://www.youtube.com/watch?v=bwuvzSEHtVk

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

KÜLTÜR

YKenarda Köşede Kalmış Bir Kadınlar Arası Dostluk Dizisi: Hacks
Kenarda Köşede Kalmış Bir Kadınlar Arası Dostluk Dizisi: Hacks

3 sezon boyunca aşk ve nefretle sarmalanmış bu anlatı, iki kadın karakterin birbiriyle etkileşime girdiği, iletişim kurduğu her an dönüşüyor ve değişiyor. Dostluğun ve yakınlığın gücü de buradan gelmiyor mu?

KÜLTÜR

YAşk, Yalanlar ve Kan: Kristen Stwewart’ın Hollywood’a Açılma Filmi
Aşk, Yalanlar ve Kan: Kristen Stwewart’ın Hollywood’a Açılma Filmi

Kristen Stewart ve yapımcı partneri Dylan Meyer’ın lezbiyen film camiasını yerinden oynattıkları Love, Lies, Bleeding (2024) filmi sonunda vizyona girdi! Tabii ki, ülkemiz hariç pek çok yerde… Tanıtım turundan, verilen röportajlara kadar “ıslak ve kışkırtıcı” bir lezbiyen yapımı olduğundan emin olduğumuz filmin basit bir anlatısı ve kara komik detaylarla bezenmiş bir tarzı var.

KÜLTÜR

YGeçişin, Yolda Olmanın, Öğrenmenin ve Dayanışmalar Kurmanın Filmi: Crossing (2023)
Geçişin, Yolda Olmanın, Öğrenmenin ve Dayanışmalar Kurmanın Filmi: Crossing (2023)

Film kapanırken Lia, Tekla ile sokakta karşılaştığını ve onun sevgilisiyle yaşadığı bol çiçekli, bitkili evine gittiğini hayal ediyor. Yeğeniyle trans bir kadın olarak açıldığı için kurmadığı, toplumsal baskıya yenik düşen ilişkilerini toparladığını hayal ediyor ve aramaya devam ediyor. Yolda olmanın, denemenin, öğrenmenin asıl mesele olduğunun altı çizilmiş oluyor böylece. İstanbul, o yakadan bu yakaya geçilen, beş benzemez insanın karşılaşıp bir araya geldiği, kaosun hüküm sürdüğü böyle bir şehir ne de olsa...

KÜLTÜR

YAtarlı Rap’in Mitik Prensesi: Harpya*
Atarlı Rap’in Mitik Prensesi: Harpya*

İtiraf ediyorum, Mayıs 2023’teki yoğun seçim gündemini atlatabilmemi iki rapçiye borçluyum. Bunlardan biri Gazapizm, diğeri Harpya’ydı. O kadar yorucu, sinir bozucu ve öfkeli zamanlardı ki sadece rap dinleyip sokakta hızlı hızlı yürüyordum. Harpya epeydir tanıdığım ve tanımadan önce de müziğini çok sevdiğim biriydi. Öfkesi, öfkesini ifade ediş biçimini dinlemek bana epeydir çok keyfi veriyor.

Bir de bunlar var

İstanbullu Gelin’de Neler Oluyor?
Teyitli Tweet’in Hikayesi: @140journos’la soru-cevap
AVM’ye Satılmayan bir Ev: Edith Macefield’in Direnişi

Pin It on Pinterest