Christobel Hastings’in 2018’in Ağustos ayında Broadly’de yayımlanan “God Has Been a Woman Since the Beggining of Time” yazısının çevirisidir.
13 Temmuz 2018’de Ariana Grande dört oktavlık ses aralığında dedi ki, “Her şey olup bittiğinde / Tanrı’nın bir kadın olduğuna inanacaksın”. Şarkının klibinde pop yıldızının bir küreyi bacaklarının arasına alarak oturmasından kadın anatomisini andıran parıltılı boya havuzunda poz vermesine, her sahnede cennetten gelen bir mesaj vardı: Bu dünya kadınların dünyası.
Ve internette feminist bir alkış koptu.
Grande’nin iddiasının 2018’de bu kadar ses getirmesi dinler tarihi açısından ilginç. Evet, kadın tanrılar binyıllarca pek çok kültürde sapkınlık olarak görüldü. Evet, Tanrı’nın gökyüzünde oturan yaşlı, beyaz bir erkek dışında herhangi bir şey olabileceği söylendiğinde bazıları hâlâ çok rahatsız oluyor. (Dinî imajlara farklı bir bakış açısından yaklaşmanın kıyameti koparttığının kanıtı için Harmonia Rosales’in 2017’de Tanrı ve ilk insanı siyahi kadınlar olarak tasvir ettiği “Adem’in Yaratılışı” tasavvuruna verilen tepkilere bakın.) Ama uygarlığın antik kökenlerine baktığımızda kadın tanrılara dünyanın dört bir yanında, binyıllarca tapınıldığını görüyoruz. Günümüzün başlıca dünya dinlerinin ortaya çıkmasından çok daha önce, insanlığın gelişiminin ilk dönemlerinde, pek çok inanç sistemi kadın bir yaratıcıyı yüce tutuyor, ona tapıyordu.
1976 tarihli çığır açan “Tanrılar Kadınken” (“When God Was a Woman”) kitabında tarihçi Merlin Stone Tanrıça’ya tapınma uygulamalarının izlerini Yontma Taş Devri ve Cilalı Taş Devri dönemlerine kadar sürüyor. Kitaba göre Yakın ve Orta Doğu’da “dinin kanıtına rastlanan ilk izleri, kadın tanrıça dininin gelişimi ile iç içedir.” Şüphesiz bu Tanrıça herkesi yöneten yüce Tanrıça’ydı: “evrenin yaratıcısı ve yasa koyucusu, kaderin belirleyicisi, peygamber, mucit, şifacı ve cesur savaşçı lider.”
Pek çok antropoloğa göre daha gelişmiş olan Yontma Taş Devri toplumları soyun anneden geldiği bir yapıya sahipti, yani kadınlar aile içinde merkezî ve yüksek bir konuma sahipti. Stone bu toplulukların soya tapındığını anlatıyor, “tüm insan yaşamının yaratanı kabilenin en eski, en ilkel atası olan kadının imajından yola çıkarak oluşturulmuş olabilir.” Yani Yüce Ana. Gerçekten de Yontma Taş Devri’nin tören ve ritüellerini araştıran antropologlar Avrupa, Orta Doğu ve Hindistan’da M.Ö. 25.000’lerden kalan ve kutsal kadınlık enerjisini ifade eden hamile kadın heykelleri buldu.
Antik dünyanın bu döneminde kadın tanrılara tapınma zaten yaygın ve güçlüydü. Ancak Yontma Taş Devri sonrası tarımın gelişmesiyle Tanrıça’ya tapınma iyice yayıldı. Kenan’da (şimdi Filistin/İsrail), Anadolu’da, Mısır’da tarihleri M.Ö. 4000’lere dayanan Cilalı Taş Devri topluluklarında Ana Tanrıça temsili heykelcikler bulundu. Yüce ve kadın Yaratan temsilleri Sümer, Mısır, Girit, Yunanistan, Etiyopya, Libya, Hindistan, Elam, Babil, Anadolu, Kenan, İrlanda, Mezopotamya, hatta antik Yehuda Krallığı ve İsrail’de bulundu. “Antik dünyada Tanrıça’nın yüceltilme biçimleri aynı motifin değişik biçimleriydi” diye yazıyor Edgar Cayce ve Sonsuz Kadınlık (“Edgar Cayce and the Eternal Feminine”) kitabında Lynn Rogers. Mitoloji uzmanı Robert Graves’in de tanımladığı gibi: O, şüphesiz ki “ölümsüz, değişmez ve her şeye gücü yetendi.”
Sylvia Browne, Ana Tanrı (“Mother God”) kitabında Yontma Taş Devri’nden sonra zenginleşen dişil özün detaylı bir tarihini sunuyor. İnuit halkların denizin tanrıçası, okyanusun annesi Sedna’sı vardı, Asurlu ve Babilli kültürler aşk ve savaş tanrıçası İştar’a tapınıyordu. Aztek kültüründe Teleoinan tanrıların anasıydı. Antik Mısırlılara göre İsis çocukların ve büyünün tanrıçasıydı, antik Sümer’de de ana tanrıça aşk ve savaş tanrıçası İnanna vardı. Antik Fenikelilerin ise eşit güçte birden fazla tanrıçası vardı: doğurganlık tanrıçası Anat, Venüs’ten gelen ana tanrıça Astarte. Evrenin yaratıcıları, çocukların taşıyıcıları, kültürün kurucuları, cesur savaşçılar ve bilge rehberler olan bu tanrıçalar çok büyük öneme sahipti.
Kadınlar ön plana çıktığında çoğu zaman kadın düşmanlığı da ortaya çıkar. M.Ö. 1500’e gelindiğinde Tanrıça’ya tapan toplumların çoğu itibarını yitirmişti. Bilim bunun nedeni konusunda farklı cevaplar veriyor, ancak pek çok uzman yaygın eril dinlerin ve soyun babadan geçtiği geleneklerin Avrupa kıtasındaki gidişatı değiştiren Hint-Avrupa akınlarıyla yerleştiğini iddia ediyor. Akınlardan sonra yaşanan sindirme ve yok etme süreçleri ise kasvetli bir okuma konusu. Rogers “Batılı toplumun şafağında Tanrıça’nın cömert yaratıcı sayıldığı 25.000 yıllık tarih imha edildi” diyor. Yaratılış mitleri yeniden yazıldı, Tanrıça’ya tapınma sembolleri karalandı ve “Tanrıça’ya Varlığın Temeli, Bütünün içinden doğduğu Evren olarak duyulan antik inanç devrildi.”
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam Orta Doğu ve Avrupa’da geliştikçe tek tanrılı dinler yeni, eril bir düzene tapınma geleneği kurdu: Tanrı, Kral, Rahip ve Baba’ya. Bu yeni teolojiler Tanrıça’yı egemen erkek olan eşinden, hatta katilinden bile sonra gelen ikincil bir konuma yerleştirdi. Stone, kitabında tanrıçaların tarihten silinmesini detaylı olarak anlatıyor ve Tanrıça’ya tapınmanın “erkek tanrıları yüce gören daha yeni dinlerin savunucuları tarafından yüzyıllar boyunca cezalandırılma ve bastırılma” ile karşılaştığını aktarıyor. Daha da kötüsü, dindeki bu dönüş dünya çapında kadınların statüsünün de gerilemesine sebep oluyor.
Tanrıçalarınkinden sonra gelen dinler arasından kadın tanrıları karanlıklara gömmeyenler de oldu. Savitri L. Bess, Annenin Yolu (“The Path of the Mother”) başlıklı kitabında Hinduların Anne’ye tapmayı hiç bırakmadığına dikkat çekiyor. Bess “Batılı dinlerin gölgesinde binyıllar boyunca gizlenen Anne, evrendeki enerjinin bütünü, toplamı kabul ediliyor” yazıyor. Kaplan sırtında düşmanlarını yok eden korkusuz tanrıça Durga’dan bilginin koruyucu tanrısı dört kollu Saraswati’ye Hindu tanrıçaların geniş yelpazesi, özellikle “Yüce Anne” olarak da adlandırılan Shakti, dişil özün gücünü gösteriyor. Bess, kozmik enerjisiyle evreni yaratan Shakti’nin birden çok ifadesi olduğunu ekliyor: “her şeyin içindeki hareket, yaratan ve yok eden yüce güç, ilksel öz, içinden her şeyin geldiği ve sonunda her şeyin döndüğü rahim.”
Budizm ise Bodhisattva Guan Yin üzerinden dişil özü kutluyor, Bodhisattva Guan Yin’in ismi “dünyanın haykırışlarını duyan ve gören” anlamına geliyor. Güzellik, zarafet ve insanlığın acılarına karşı sonsuz merhamete sahip olan Yin’in “en önemli yanının kutsal kadınlık enerjisinin dışavurumu ve somutlaşmış hali olduğu” söyleniyor.
Başlıca dünya dinleri binlerce yılda gelişti, yüce Tanrıça da gittikçe gözden kayboldu. M.Ö. 27’de Roma’nın ilk imparatoru, tanrıça Kibele’ye Roma’nın Yüce Anası unvanını verdiyse de M.S. 500’e gelindiğinde kadın tanrılara yaklaşım daha farklı olamazdı. Roma ve Bizans’ın son Tanrıça tapınakları Hıristiyan imparatorlar tarafından kapatıldı, çok tanrılı “pagan” dinlerin ibadeti bitirildi ve kadın tanrılar da onlarla bitti.
Bugün, binlerce yıl kutlanan antik kadın dinlerinin tarihi yerine yaratılış hikayesi olarak Adem ve Havva’nın hikayesini biliyoruz. Hani şu, Havva’nın Aden Bahçesi’nden kovulmalarına, insanlığın Cennet’ten düşüşüne sebep olduğu hikaye. Peki ya yüce kadın tanrı? “Eski Ahit’in ‘Tanrıça’ için bir sözcüğü bile yok” yazıyor Stone, “İncil’de, Tanrıça’dan erkek cinsiyetli, Tanrı olarak çevrilmesi gereken Elohim olarak bahsediliyor. Ama Kuran ve Müslümanlar konuda çok net, ‘Allah putperestliğe tahammül etmez… Paganlar dişilere dua eder.’”
Tanrıça’nın modern uygarlığın ilerleyişi içinde doğal olarak yok olduğunu söyleyenler olabilir. Ama pek çok tarihçi ve teoloğun da söylediği gibi, Tanrıça’nın düşüşü ile kendinden önceki yerli nüfusları fetheden ataerkil kültürlerin baştan sarmaş dolaş olması ve bu saygıdeğer ibadet biçiminin tarikata benzer, ahlaksız ve ilkel görülecek şekilde yeniden çerçevelenmesi tesadüf değil.
Yani, Grande’nin şarkısı yalnızca seksi bir pop marşı değil, aynı zamanda çoğumuzun içinde yetiştiği ataerkil dinlerden, geleneklerden ve yasalardan farklı, içinde Tanrıça’ya tapınmanın da olduğu zengin bir tarihimiz olduğunun ince bir hatırlatması. Arkeolojik bulgular dünya üzerindeki insan hayatının ilk 200.000 yılında Tanrı’nın kadın kabul edildiğini gösteriyor, erkek egemen dinler sonradan anaerkil düzenin yerini almış olsa da. Sonuç olarak, kendimizi eril kültürden bağımsızlaştırarak mirasımızı daha iyi anlayabiliriz ve Stone’un da söylediği gibi “bir zamanlar yaygın olan, Evrenin ve tüm yaşamın, uygarlığın Bilge Yaratıcısı olan kadın tanrı saygısından yola çıkan uygar bir bilinç” oluşturabiliriz.