Tanpınar’ın Huzur romanının başkarakteri Mümtaz, Nuran’la yaptığı uzun sohbetlerinden birinde sevgilisine şöyle der:
“İki şeyi birbirinden ayırmamız lazım. Bir tarafta sosyal kalkınma ihtiyacı var. Bu, cemiyet realiteleri üzerinde düşünerek, onları değiştire değiştire yapılır. Elbette İstanbul, sonuna kadar, sadece marul yetiştiren bir memleket kalmıyacaktır. İstanbul ve vatanın her köşesi bir istihsal proğramı istiyor. Fakat bu realiteler içine maziyle bağlarımız da girer. Çünkü o, hayatımızın, bugün olduğu gibi gelecek zamanda da şekillerinden biridir.”[1]
Mümtaz’ın hayali, çağrısı, öngörüsü gerçek olmuştur. Hakikaten de İstanbul sadece marul yetiştiren bir memleket olarak kalmaz. Hatta İstanbul artık neredeyse hiç marul yetiştirmez. Alıntıladığım bu kısım pek çok doğu-batı analizinde, Türkiye’nin çelişkilerine dair tespitlerde, sosyal ve ekonomik modernleşme programlarının okumasında kullanılmıştır. Ancak hiçbirinde marul bahsine bakıldığını görmedim. Elbette Tanpınar burada marulu bir sembol olarak kullanır. Peki ama neden havuç yahut roka değil de marul?
İstanbul memleketinin ihtiyaç duyduğu istihsal programı yangınların, salgınların, sürgünlerin arasından gelmiştir. Yeri geldiğinde Tanpınar’ın doyamadığı o maziyi fiilen yıkarak şehri yeniden tertip etmiş, bazılarını ihya etmiş, bazılarını helak etmiştir.[2] İhya olanları biliyoruz, helak olanlarıysa pek değil. Şehrin köpeklerini, develerini, eşeklerini, çeşit çeşit sularını, marullarını ve çınarlarını, bağlarını bostanlarını, sinagoglarını, kiliselerini, camilerini ve hatta Kara Surları’nı yol yapmak, bina yapmak, fabrika yapmak suretiyle şehirden sürmüş yahut çimento harcına karmış ve dümdüz etmişizdir. Mümtaz’ın kastı tam olarak bu değildi herhalde.
“Marul yetiştiren bir memleket” derken bugünkü okurun aklına öncelikle hor görülen bir köylülük imajı geliyor. Yani toprakla ilişkisi olan, elleri gübreli, şehirde şehrin gerekliliklerine ayak uyduramamış, tam bir şehirli olamamış tarımla uğraşan insanlar. Şehirde ne işleri var? 1930’ların sonundan itibaren, 1940’lar boyunca devam eden köylü köyünde güzeldir ideolojisi, köyleri kalkındırma projelerinin çöküşüyle şehre gelenlerin ve gecekondularının etrafında oluşan söylem de buraya yerleşir. Şehrimize gelmiş, köylü gibi yaşarlar. Türlü sebeplerle[3] kendi memleketlerini terk etmek zorunda kalmış olmalarının acısını hesaba katmadan şehri kirleten bir unsur, zaptedilmesi ve ehlileştirilmesi gereken inatçı bir karın ağrısı gibi bakarız onlara. Şehrimize gelmiş belki köylülüklerini yitirmiş, şehirde proleterleşmişlerdir ama şehirde “köylü zihniyetiyle” yaşamayı sürdürürler. Bir türlü kurtulamadıysak, yüksek duvarlı, özel güvenlikli siteler inşa ederiz. Bize geri kalmışlığımızı sürekli hatırlattığı için istemediğimizi düşünürüz ama bence meselenin daha başka bir tarafı da var. Bugün makbul gördüğümüz şehirli yaşamın bedelidir aslında onlar. Hem bedelini öderler hem de bedelidirler. Bize kendi yaşamımız mümkün olsun diye yerinden ettiklerimizi hatırlatırlar aslında, kendi kirlettiğimiz memleketleri. Kim her gün burnunun dibinde sorumlusu olduğu ve hakkında pek de bir şey bilmediği halde tasvip etmediği bir yaşantıya dahil olmak ister?[4] Plansız kentleşme, şehri ve şehirliliği yok ettikleri kurgusu İstanbul dışındaki memleketlerin talanının, alınmayan sorumluluğun, ihmalin mazeretidir biraz da.
Ancak bana kalırsa, Mümtaz gibi keskin bir gözlemci marulu sade bir köylülük imajı içerisinden, bir şehir yahut köy karşılaştırması penceresinden görmez. Nitekim “sadece marul yetiştiren bir memleket” ifadesindeki sadece sözcüğü bir anahtardır bizim için. İstihsal hayalinin kaba bir modern şehir kurgusundan ibaret olmadığını, metnin tefrika edildiği 1948 baharında, tam da marulun zamanı gelip çatmışken, marulu tümüyle şehrin muhayyilesinden silmeden, ona tahammül ederek yazmanın bir ifadesidir. Demek ki şehrin tarımsal üretimi İstanbul’un gelecek tahayyülünden tümüyle dışarıda değildir henüz. Bizim aksimize, Mümtaz marula tahammül eder çünkü marulun şehirli olduğunu, şehrin mazisinde bir yeri olduğunu bal gibi bilir. Bilir bilmesine ama Tanpınar’ın, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlattığı Beş Şehir yapıtında, kristal gibi her oyuğunda farklı ışıklar ve gölgeler barındıran İstanbul tariflerinde ne bostanlara rastlarız ne de yemişlerine.
Marul deyip duruyorum ama ne marulu? Yedikule marulundan bahsediyorum elbette. Cumhuriyet dönemi yazarlarının köşe yazıları, şehir haberleri Yedikule marulunun geçtiği hikayelerle dolup taşar. Her sene marulun ne zaman çıkacağı, gecikip gecikmediği, geciktiyse neden geciktiği, fiyatının ne olacağı ayrıntılarıyla gazetelerde işlenir. 1940’ların sonuna doğru artık hem Yedikule’nin hem de bostanlarının gözden düşmeye başladığını görürüz. Aslına bakarsanız Yedikule marulu en az 19. yüzyılın ortasından bu yana İstanbul’un kutladığı bir candır. Mümtaz gibi İstanbul’a aşık, onun her bir saatini, ışıklarını, köşelerini karış karış bilen, başka başka mahallelerinin ruhunu yakalamak isteyen bir entelektüelin bostanları, şehirlilerin marul sevdasını ve Yedikule marulunun İstanbul’daki coşkulu hayatını bilmemesi imkansız geliyor bana.[5]
Çınarları anlatırken şöyle yazar Tanpınar: “bilirdi ki toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye, semte, hatta cemiyete ve bütün bir imana emanet edilmiş bir değerdir. […] Gelenekler arkasından başkaları geldiği için veya kendilerine ihtiyaç kalmadığı için giderler. Fakat asırlık bir ağacın gitmesi başka şeydir. Yerine bir başkası dikilse bile o manzarayı alabilmesi için zaman ister. Alsa da evvelkisi, babalarımızın altında oturdukları zaman kutladığı ağaç olmaz…” (S.160) Her bir mahallenin çınarını kutlayan birinin tüm şehre yayılmış ama bazı semtleri özellikle ihya etmiş, mevsimden mevsime şehirlilerin akın etmesine sebep olmuş yaşama dair tek kelime etmemesi tuhaf değil mi? Halbuki hem Beş Şehir hem Huzur İstanbul zamanını – ki Tanpınar bunları semavi zaman altında değerlendirir – balıklarıyla, erguvanlarıyla, ıhlamurlarıyla ölçer. İstanbul’un sürprizli manzaralarını “gündelik ekmek” olarak tarif eder. Kim olursanız olun, bu efsunlu şehirde, sanatlı bir yaşamınız vardır; hatta her İstanbullu biraz da şairdir, der. İstanbul’un büyük kaidelerinin, kendini tüm çevresine ve şehre adeta dayatan saltanatlı yapılarının yanında Tanpınar en az onlar kadar önemsediği şehrin kuytularını da yüceltir. Müstesna perspektifleriyle farklı doku ve yaşamları önümüzde gül gibi kat kat açan kokulu bir yerdir İstanbul. Her an bir başka manzara, bir başka dönemeç, bir başka karşılaşmanın bin bir imkanını taşır.
“Birdenbire hiç beklemediğimiz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar size gülümser. İki servi, bir akasya veya asma, küçük ve üslupsuz bir türbe, yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlık orada tatlı bir köşe yapar… Bizim asıl peyzajlarımız bu köşelerdir. İstanbul halkı onları yaşarken yapmıştır. Kainata ruhlarındaki birlik çerçevesinden bakan insanların eseridir. Pek az yerde sanat ve mimari gündelik hayata bu kadar yakından karışır. İşte, İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar.” (S151- 152)
Mahallelerin çekirdeğini yapan bu peyzajlar, 20. yüzyılın ilk yarısında özellikle Yedikule, Samatya, Langa gibi mahallelerde bostanların yer yer baş tacı edildiği, Tanpınar’ın ifadesiyle ruhlarındaki birlik ile halkın yaşarken yaptığı yerlerdir. Tüm Boğaz hattında ve Üsküdar’da da bostanlar vardır. Ama bahar geldi mi insanların akın ettiği bostanlar, genelde Yedikule ve Langa hattındadır.[6] Bostanlar insanların marul birliklerine, enginarlara, dutlara karıştığı yerdir. Ancak Tanpınar, şehrin Türk Müslüman kesimiyle özdeşleştirmediği yerleri ve adetleri yazmaz.[7] Elbette bu mahalleler de karışıktır, başta Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar olmak üzere farklı yerli toplulukların yanında özellikle Balkanlardan göç eden ve bostanları yaşatan bostancıları vardır. Sadri Sema, Sermet Muhtar Alus, Osman Cemal Saygılı ve daha başka pek çok İstanbul yazarının anlatılarında onlara sık sık rastlarız.
Ama ben bu fragmanda yazılmayan, yazılamayandan değil, yazısıyla ortak bir duyumsama alanı [8] yaratmış, gül gibi kat kat açılan bir metinden bahsetmek istiyorum. Açlıktan girdiğim ilk fragmandan buraya, aslında lafı Takuhi Tovmasyan’ın Sofranız Şen Olsun: Ninelerimin Mutfağından Damağımda, Aklımda Kalanlar kitabına getirmek istiyorum. Tovmasyan’ın metnini sadece içinde enfes yemek tarifleri olan bir yemek kitabı olarak okumuyor aynı zamanda ilham veren bir tarih yazımı olarak da düşünüyorum. Tarihle alakasını sadece bize aktardığı hatıraları vesilesiyle, geçmişte insanların neler yiyip içtiği, maddi kültüre dair barındırdığı önemli bilgiler, iş ve emek ilişkilerine, sosyal konuma, yaşayışa ve damak tadına dair verdiği ipuçları, yani ‘malzeme’lerle kurmuyorum. Tarihi nasıl yazdığımız üzerine düşünmemizi sağlayan bir metin aynı zamanda. Yemek tariflerinin yaşam adetlerine girdiği kadar, olağanüstü hatta bazen mucizevi olaylara da uğradığı, fotoğraflarla bizi Çatalca’ya, Beykoz’a, Yedikule’ye götürerek pek çok karakterle tanıştırdığı, onlara dair hem geniş anlatılar kuran hem de içeriden, mahrem hikayelerle besleyen bir metin. Tüm bu hikayelerin içinde Tovmasyan aile içindeki kırgınlıklara da yer vermekten çekinmez. Kadınlık deneyimlerini, cinsiyetli kırgınlıkları da barındırırlar.
Kitap öncelikle Takuhi Hanım’ın yazma stilini ve özel bir tasnif sistemi benimsemediğini anlattığı önsözüyle açılır. “Bildiklerimi, pişirdiklerimi anlatacak-yazacak ve çocuklarıma miras bırakacaktım. Bu fikri tereddütsüz benimsedim… Yemek yemek gibi, yemek yapmak gibi, olağanüstü tat aldım bunları yazarken.” Anlatmak ve yazmak arasına çekilmiş tire, ağızdan çıkan sözle yazılı kelime arasında mutlak bir bağ kurar. Ağır tashih görmüş, dikkatle kurgulanmış bir metin değildir elimizdeki. Ama anlatı baştan sona tarifini verdiği meşakkatli yemekler kadar özenli ve samimidir. Aslına bakarsanız bunu söylemek bile kitaba haksızlık etmek oluyor. Şöyle devam ediyor yazar:
“Düğün bayram sofralarımızın vazgeçilmezlerinden sıradan salatalara, tatlıdan tuzluya, etliden sütlüye, herhangi bir ayrım yapmadan, bir düzen kaygısı gütmeden öylesine, içimden geldiği gibi yazdım. Ne zeytinyağlılar-tereyağlılar diye bir ayrım yaptım, ne de Anadolu veya Trakya mutfağı diye bir başlık düşündüm, soframızdan resimler çizmeye çalıştım sadece. Ne kadar Ermeni, ne kadar Rum, ne kadar Türk, ne kadar Arnavut, ne kadar Çerkes, ne kadar Patriyot, ne kadar Çingene yemekleri bunlar, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da, bunları Çorlulu Akabi ve Takuhi yayalarımdan, yani ninelerimden öğrendiğimdir. Ruhları şad olsun…”
Bu önsözde daha en baştan, ilk fragmanda Narın Zamanı‘nda değindiğim kartonlaşan yemişleri, maketleşen sofraları, yani egemen söylemi kıran metin yepyeni bir imkan olarak karşımıza çıkar. Takuhi Hanım’ın her tarifi aile fertlerinden, eş dost ve komşu muhabbetlerinden, katıldıkları sofralardan, gittikleri ayazma ve kiliselerden kesitler içerir. Yani yaşantılarına dair hatırlattıkları, çağrıştırdıkları ne varsa girer topiklerin, midya dolmalarının, cizlemelerin arasına. Ama ‘sapma’ların hiçbiri sadece çeşni olsun diye değildir. Midya dolmasının püf noktasını Ermeniler arasında gelenekleşmiş Sevgi Sofrası’nda bir papazdan öğrenmiştir. Midya dolmasıyla birlikte bir anda kendimizi Beykoz’daki Surp Nigoğayos Ermeni Kilisesi’ndeki Sevgi Sofrası’nda buluruz, kafamızda canlandırmamız için çeşitli arşivlerden fotoğraflar da eklemiştir. Yahut fırında palamut anlatırken, modaya uyup Yedikule’deki müstakil evlerinden ayrılmalarını, Bakırköy’de bir apartmana taşındıktan sonra da artık su kenarlarından ellerini daldırdıkları gibi çıkardıkları deniz canlıları olmadığı için balıklarını seyyar satıcıdan temin ettiklerini yazar. Bu vesileyle bizi seyyar Balıkçı Hayg Çavuşyan’la tanıştırır. Zerde tarifindeyse Yedikule’deki evlerinin kış hazırlığını dinleriz, bacaların temizlenmesini, soba borularının silinmesini, çürüyen çerçevelerin onarılmasını, yani bir evin bakımını… Piliçli patlıcan tarifine gelince 1922’ye gider, Çatalca’da fotoğraf çektirmenin yasak olduğunu öğreniriz. İzin alınabilen nadir zamanlardan birinde, ‘Yaşasın ordu 1338’ fonunun önünde yayası Akabi, annesi Mari ve çocuklar bir fotoğraf çektirirler. Tariflerin ve anlatılan yemeklerin muhteviyatlarının çağrıştırdıklarıyla zamanlar arasında gider geliriz. Tarifler arasında bir tasnif bellemediği gibi, kronolojik bir anlatım da gütmez Tovmasyan. Bir sofrayı dolanarak, bir hikayeden öbürüne geçeriz. Yer yer hangilerini Takuhi Hanım kendisi yaşamıştır hangileri ona anlatılmıştır karışır. Bu başkalarının ya da aidiyet duyduğumuz insanların hikayelerini kendi benliğimize katma faaliyeti, nesiller arası akan bu hafızanın ve hareketin (tam da mutfakta olduğu gibi) olağanüstü çalışma şekilleri elimizdeki kitapta mevcuttur.[9]
Kuzu kapamaya geldiğimizdeyse, bu yemeğe düşkün ve iyi de hazırlayan Armaş dedeyle tanışırız. Çatalca’da büyük aşk yaşadığı eşi Akabi ile yaşayan Armaş Bey demircidir ve Alev Usta diye anılır. Erken yaşta bir hastalık sebebiyle öleceğini öğrenir ve onu İstanbul’a götürmemelerini, Çatalca’da defnetmelerini vasiyet eder. Fakat “o yıllarda Çorlu’da, Çatalca’da, Tekirdağ’da, Silivri’de kilise, papaz kalmadığından, bir Ermeni öldüğünde, yakınları onu İstanbul’a götürür, kilisede adetlerince yapılan cenaze merasiminden sonra Ermeni mezarlığına gömerlermiş.” Huzur’da Mümtaz’ın bahsettiği cemiyet realitelerinin değişmesinin bir yüzüdür bu. Alev Usta’nın arkadaşları, komşuları onun vasiyet ettiği gibi Çatalca’da gömülmesi için çalışırlar ve “imam efendinin de iştirakiyle Çatalca’da Müslüman mezarlığının yanındaki, o zamanlar var olup sonradan yok olan Ermeni mezarlığına” gömerler. Trakya’nın bu yerlerini boşuna saymaz Tovmasyan; bu koca coğrafyada, Çorluluğuyla gurur duyan insanların memleketinde, ne kilise ne papaz kalmıştır. Yaşamını geçirdiği bir yerde gömülemez bir cemaatin üyeleri. Gömülebilmiş olanlarınsa mezarı dahi yok edilir. Tovmasyan’ın bu fasıldan kuzu kapama tarifine geçişiyse anlatıyı bu silinmenin gölgesinden çıkartır ve yepyeni bir alana taşır: “Dedem, yeri belli olmasa da, orada, Çatalca’da yatıyor hala. Bizler mezarını ziyaret edemiyoruz ama en az yılda iki kere terbiyeli kuzu kapama pişiriyoruz onun anısına. Torunları bir araya gelip hep birlikte yiyoruz. Dilerseniz, bir kez de gelin beraber yapıp yiyelim bu yemeği, can için yapılmış helva niyetine.” Bugün mezarının nerede olduğunu bilemediğimiz Alev Usta yani Armaş Bey’in anıldığı sofraya, onun yapmaktan keyif aldığı bir yemeği beraber pişirmeye davet edilir, anmaya ortak ediliriz. Yani yasını tutmadıklarımızı, memleketteki varlığını yok saydıklarımızı anmaya. Tarifi verdikten sonra bu bölümü şöyle kapatır Tovmasyan: “Önemli olan anmak, ha mezar başında, ha masa başında.” Tovmasyan bizi ortak bir duyumsama alanına davet eder derken bunu kastediyordum. Yas beraber tutulmamışsa da, beraber anmak için, hakikatli bir sofra kurmak için hala fırsatımız vardır.
Tüm bu dolanmaların, farklı farklı tatların arasında Takuhi Tovmasyan’ın doğup büyüdüğü Yedikule ve ninelerinin memleketi Çorlu özeldir. Nitekim yayaların 1. Dünya Savaşı sırasında ayrılmak zorunda kaldığı Çorluları Yedikule’ye katılmıştır, orada yaşar. Kitaptaki tariflere giren çoğu yiyecek bulundukları yerle ilişkilidir. Hiç tanımadığımız bir Yedikule’yi hatta tanımadığımız bir İstanbul’u okuruz; yılbaşı öncesi sokakların soğan kokusu kestiğini, kapısı hep açık yalıların içinden geçip denizden midye toplayan mahallelileri, sahilde ahşap iskeleden Marmara sularına dalıverildiğini, kilise duvarına çarpa çarpa ilahilere karışan dalgaları, Marmara’dan bol bol uskumru çıktığını ve daha neler neler… İşte artık fasulya plakisine varıp yeniden yağlı, göbekli Yedikule maruluna dönebiliriz.
Takuhi Hanım’ın dedesi Ğazaros Efendi hemen Yedikule kapının dışında bir gazino işletir. Kendi ifadesiyle, gazino dediğine bakmayın, derme çatma bir kulübe ve bir de açık bir kır alanı. “Kadın erkek, çoluk çocuk herkesin, ilkbaharda oturup Yedikule’nin o meşhur göbekli, yağlı marulunu yedikleri, onun mevsimi değilse gazoz veya limonata içtikleri yer; Rum bahçıvanların yevmiyede anlaştıkları Arnavut mevsimlik işçilerle gelip, yaptıkları şifahi iş akdini ev yapımı likör içerek kutladıkları mekan”dır burası. “Herkes bildik; semtin insanları, esnafı, yazarı, doktoru, memuru, işçisi, polisi, bekçisi…” (36) Fasulya plakisinin tarifine varmak üzereyken dedenin başka bir kadınla, Ersinya Hanım’la da ilişkisi olduğunu öğreniriz, hatta pilakiyi Takuhi yayasından daha iyi yaptığını da. İşte gazinosunda bir dolu İstanbulluyu ağırlayan, karısı Takuhi Hanım’ın yaptığı mezeleri yediren, ev yapımı likörler içiren ve iş çıkışı ona katılan oğullarıyla beraber hizmet eden, Osman Cemal Kaygılı’nın 1930’larda yazdığı “Yedikule’de Tramvay Yarışı” yazısında “Yedikule kahvecilerinin bülbülü”[10] diye bahsettiği Ğazaros Efendi’nin yaşamı Varlık Vergisiyle tepetaklak olur. Vergiyi ödemek için satmak zorunda kaldığı gazinosunun kaybı, kanında yüksek seyreden lipit ve kolesterol oranıyla birleşince Ğazaros Efendi’ye inme iner, hayatının sonuna dek yatalak kalır. Bu heybetli adamın altının temizlendiğini, ona bakan karısı Takuhi Hanım’ın ilişki yaşadığı kadına referansla, “hadi bakalım çağır Ersinya’yı da gelsin, seni temizlesin” deyişini anlatır. Bir trajedi, bir adaletsizlik, belki daha küçük gibi gözüken, daha mahrem bir acıyı dışlamaz kitapta; pek çoklarının anlatmaya utanacağı, saklayacağı detayları bir zulmün ve getirdiği trajedinin etrafında öbeklenen farklı farklı yansımalarıyla okuruz. Üstelik pilaki tarifini alıp da bu faslın sonuna geldiğimizde yazar bize göz kırparak şöyle sorar: “Şimdi siz, bu pilaki tarifini kimden öğrendiğimi tahmin edin bakalım… Takuhi yayamdan mı? Yoksa Ersinya’dan mı?…” Yayasına acı vermiş bir ilişkinin öznesi hayatımızdadır işte, hem de kitaba girmiş leziz bir pilaki tarifini vermiş olma ihtimaliyle. Feministçe cömert ve cesur, yaşamın tam kalbinde olmaktan hiç vazgeçmeden.
Ğazaros Efendi’nin kır gazinosu da Yedikule’deki Müslüman olmayanlara ait pek çok başka bostan ve kahve gibi devletin farklı kurumları aracılığıyla – Milli Emlak, Hazine, Belediyeler – iç edilir. İstanbul’un aldığı iç göçlerle bu bostanlara Kastamonu Cideli bostancılar yerleşirler. Bir aile işletmesinden diğerine, eski bostancıların toprağı işleme teknikleri hala tatbik edilmektedir. Toprağın çehresi, yetiştirilen çoğu mahsul, sulama teknikleri, Kara Surları’yla kurulan bu özel ilişki bir şekilde hala devam eder. Gazinonun kaybedilmesine rağmen, Takuhi Hanım’ın bu bostanların mevcudiyetinden mutluluk duyduğunu hayal ediyorum. Doğma büyüme Yedikuleli olan babası Bedros Tovmasyan’ın sokaktan öğrendiği Rumcayı anadili gibi konuştuğunu anlattığı Yedikule sokaklarını yılbaşı öncesi artık soğan kokusu sarmıyorsa da, kitaba fotoğrafını iliştirdiği ve adresini verdiği aile evlerinin yerinde yeller esiyorsa da, dedesinin o çok sevdiği gazinosunun toprağı hala İstanbul’u beslemektedir. Babası için beyefendilikle özdeş olan Yedikulelilik (30) yemeklerine kattığı rokada, surlarla bostan ilişkisinde, mahallenin kuytularında bir şekilde tutunmuş yaşamını sürdürmekte bugün.
2016 senesinde verdiği bir röportajında[11] Takuhi Tovmasyan, “Zamanı geri sarabilseniz hangi ana geri dönmek isterdiniz?” sorusuna şöyle yanıt verir: “Günü yaşamaktan şikayetçi olanlardan değilim. Ama geri sarmayı becerebilseydim, Takuhi yayamın kocası olan dedem Ğazaros Efendi’nin Yedikule’de işlettiği kır gazinosunda Yedikule’nin o meşhur yağlı ve göbekli marulunu yemek isterdim.”
Neden bir kitap boyunca anlattığı yayalarının yemekleri değil de Yedikule marulu? Hiç görmediği, sadece hikayelerden bildiği bir bahçeyi ve bir geleneği özler Tovmasyan, tamam. Ama mesele sadece bugün artık pek de tanımadığımız marulun efsanevi tadı değildir, yenme zamanı, biçimi, Yedikule’ye akın eden İstanbullular, gündelik hayatında gazinoyu uğrak yeri yapmış mahalleliler ya da o semtte çalışanlar… Yalnızca bir döneme değil, adı üstünde, bir yere işaret eder Yedikule marulu elbette. Yedikule’ye mahsus olan, o toprakta yetişen, varlığı mutluluk, yokluğu üzüntü veren ve bugün artık özlemin tadı olarak hayalimizde canlı tutmaya çalıştığımız marula ve onu kucaklayan toprağa.
Tanpınar bu hususiliği Beş Şehir’de şöyle anlatır: “Boğaziçi’nde, Üsküdar’da, İstanbul’da, Süleymaniye veya Hisar’ların karşısında Vaniköy İskelesi’nde veya Emirgan kahvesinde sık sık başka insanlar oluruz. … Bu değişiklikler hep birden düşünülünce muhayyilemizde tıpkı bir gül gibi yaprak yaprak açılan bir İstanbul doğar. Şüphesiz her büyük şehir biraz böyledir. Fakat İstanbul’un iklim hususîliği, lodos poyraz mücadelesi, değişik toprak vaziyetleri bu semt farklarını başka yerlerde pek az görülecek şekilde derinleştirir.” (s.123-124)
Bugün bizim mikro-iklim diye tarif ettiğimiz durumu, yani her semtin kendine has hava, su, toprak koşulları olduğu fikrini Tanpınar üstüne ekleyerek,[12] canlı ve cansız ne varsa[13] birbirini yetiştirdiği, değiştirdiği ve yaşamda olmanın getirdiği, emek verdiğimiz bağlarla kurduğunu söyleyerek İstanbul hayalinin içine katar: “adeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.” (122) İşte marulun simgelediği bu kendine has Yedikule alemi, Tanpınar’ın anlatısında hakkını vermediği bu başka başka yaşama şekilleri, Tovmasyan’ın incelikle kurduğu sofralarında bugün sade bir mazi hayali olarak değil, hala her gün anabileceğimiz, yaşamı beraber kurabileceğimiz müşterek bir yaşam alanı olarak ortaya çıkar. Şöyle bitirir kitabı Tovmasyan: “Ğazaros Tovmasyan’ın 20. yüzyıl başlarından 1940’lara kadar varlığını sürdüren gazinosunun yerinde artık yeller esiyor. Oraya hayat verenler de birer birer göçüp gittiler. Bize memleket özlemlerini ve hüzünlü anılarını miras bıraktılar. Teselli olsun diye de mutfak kültürünü ve sofra muhabbetini…” Bu masada bizim de bir yerimiz vardır, eğer istersek, davete iştirak edersek.
Bugün belki sadece bir marula, marulun bir hayaline ihtiyacımız var. Marulun toprağında, yağında, göbeğinde kurduğumuz bağlar, onları nasıl hatırladığımız, dün olduğu gibi bugün de gelecek zamana verdiğimiz şekilleri, yaşamda varolmanın hallerini belirleyecek.
[1] Tefrika edilen romanının bu bölümü Cumhuriyet’te, 14 Nisan 1948’de yayınlanmıştır.
[2] Bu -miştir eki biraz kafa karıştırıcı oldu. Öğrenilen geçmiş zamanın rivayeti, Türkçenin bir lütfu. Son birkaç haftadır sosyal medyada sorumlusu/suçlusu ben değilim türünden paylaşımları görmüş olanlarınız vardır. Müsilaj esnasında birkaç konuyu birden içine alarak ilerleyen bu sosyal medya furyası faillere karşı harekete geçilmesi, birilerinin artık birşeyler için sorumluluk alması için yapılmış olsa da benim bu görüşü kabul etmem mümkün değil. Marmara Denizi’nin öldürülmesini sadece bir derin atık meselesi olarak görmüyorum. Tam da Mümtaz’ın bahsettiği istihsal programının bir parçası olarak İstanbul’u bugün olduğu şehir yapan tüm unsurların bir parçası gibi düşünüyorum.
[3] Bu sebeplerin arasında ironik şekilde şehirlerin pompalanması vardır, yani modern şehrin beslenmesi, giyinmesi, imar edilmesi, ulaşımın gerçekleştirilmesi, altyapısının modernleşmesi gerekir. Şehir bu kaynakların çoğunu kendi çeperlerinin dışında kalan yerleri sömürerek elde eder. Gitgide şehir dışında yaşamayı imkansız kılan bir dizi politikanın sonucudur bu.
[4] Nitekim görmek istemediklerimizi türlü plan ve teşvikle şehirden süreriz. Gecekondulaşma ve kirlenme diskurunu baş aşağı oturtan müthiş bir kurmaca eser olan Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nı anmadan geçmeyelim.
[5] Beş Şehir’de tek bir yerde İstanbul’un perspektiflerinden bahsederken şöyle yazar: “Topkapı’daki Ahmediye Camii’nin caddeye yakın kapısından veya bu caddenin herhangi bir boş arsasından, bir yığın yangın yerinin üstünden atlayarak gördüğümüz abideler şehriyle, Yedikule kahvelerinden baktığımız zaman deniz kenarındaki sur parçalarıyla büyük camilerin birbirine karıştığı mehabetli manzara arasında ne kadar fark vardır.” (2012, 138) Yazar surdibindeki Yedikule kahvelerine uğramıştır belli ki. Surun iki yanı boyunca uzanan bostanların arasında gazino, kahve adıyla anılan insanların sade marul yemeye, meze atıştırmaya veya bir şeyler içmeye geldiği yerler de vardı. Bu gazino ve kahve denen yerler bostanların içinde, kendi su havuzları olabilen, bahçelerdi.
[6] Sermet Muhtar Alus’un Cumhuriyet’te tefrika edilen bir öyküsü, Yedikule’deki bostanları ve marulları kıskanan Üsküdarlı bir bostancının hikayesini anlatır.
[7] Gözde Yılmaz, “Tanpınar’ın şerbeti: Beş Şehir’de bireysel ve kolektif amnezi” yazısında Tanpınar’ın gayrimüslimlerin bu beş şehirdeki varlığını sildiğini ve hatta unutmayı teşvik ettiğini yazar. Her ne kadar yakın okumaları daha ayrıntılı analizler istiyorsa da, Tanpınar’daki bu ‘unutuş’a dikkat çekmesi açısından önemli bir metin. Gözde Yılmaz, “Tanpınar’ın şerbeti: Beş Şehir’de bireysel ve kolektif amnezi” K24, 2 Ocak 2020. https://t24.com.tr/k24/yazi/tanpinarin-serbeti,2509
[8] “Ortak duyumsama alanı”nı, Hazal Halavut’un yayınlanmamış bir yazısından ilhamla biraz değiştirerek buraya yerleştirdim. Hep zihnimi açan, incelikli yorumları için ona müteşekkirim.
[9] “Artalakalanla Düşünme, Sert Oyun Taktikleri” yazısında Umut Tümay Arslan, Walter Benjamin’in “hafızanın geçmişi keşfetmek için bir araç değil, bir ortam olduğu” fikrinden hareketle müzede olmayan arkeolojik bakış nasıl olabilir sorusunun peşine düşer ve şöyle yazar: “… belki de daha önemlisi hep maddi izlerle, bu izleri içeren araziyle ve artakalanlarla bağ içinde düşünmeye mecbur bırakıyor.” Tovmasyan’ın metnine arkeolojik bir kazı diyemesek de sofrayı eşelediğini, hafızayı çok zamanlı bir mekan gibi işlettiğini ve maddi izleriyle bize bütünlük kaygısı olmadan bu dallı budaklı bağları düşündürdüğünü görüyorum.
[10] Osman Cemal Kaygılı, Köşe Bucak İstanbul, Can Yayınları 2019, 150.
[11] Arzu Sak’ın Takuhi Tovmasyan Zaman ile yaptığı röportaj “Günü Yaşamaktan Şikayetçi Olanlardan Değilim” XOXO Digital’de Nisan 2016’da yayımlandı. https://www.xoxodigital.com/post/8695/takuhi-tovmasyan-zaman
[12] Bu aslında bugün moda olmuş bir başka terimi, terroir kavramını düşündürür. Ancak burada ne terroir’ın ulusalcı yapılanmasına, ne sınıfsallığına, ne de bize sunduğu imkanlara gireceğim. Bir başka yazının konusu olsun.
[13] Daha maydanozu istemeyip dereotuna sarılan kabağa, taze soğandan pek hoşlanan kuru fasulyaya, uyaroğlu nohuda, aldığı kadar una gelemedim bile. Onlarla da bir başka yazıda buluşuruz inşallah.
Ana görsel: “1935 Yedikule Hatırası. Ğazaros Efendi’nin gazinosunda küçük oğlu Sarkis (sağ başta) Rum arkadaşlarıyla Yedikule marulu yerken. Yedikule’de Rumlarla birlikte büyüdüğünden Sarkis amcam çok iyi Rumca konuşurdu.” Tovmasyan aile arşivinden bu fotoğrafı kullanmama izin veren Aras Yayıncılık’a teşekkür ederim.