Bu yazıyı, geçtiğimiz hafta 5Harfliler’de Öznur Karakaş çevirisiyle yayımlanan Leah Fessler’in “Oyunun Bir Parçası Olmak: Takılma Kültürü” başlıklı yazısı ve yazının sosyal medyada yarattığı tartışmalardan yola çıkarak yazıyoruz. Bir süredir Türkiye feminist hareketinde cinsel özgürlük kavramının heteroseksüel ilişkilerde erkekler tarafından manipüle edilerek, çıkarlarına uygun şekilde kurgulanması gerçeğine karşı önemli bir tartışma yürütülüyor. 2014 yılında bir grup feministin, kendine özellikle sol çevrelerde alan bulan ve bu çevrelerde belli bir repütasyona sahip olan erkeklerin, “gizli çok eşlilik” yoluyla birden fazla kadını suistimal ettiğine dair yazısı (Dar Alanda Kısa Paslaşmalar) bu alanda anlamlı bir ilk adımdı. Zira bu yazı, flört şiddetinin feminizm destekçisi olduğunu söyleyen erkekler tarafından ne denli rahat uygulandığını ifşa ediyor ve buna karşı özgürlükçü bir tartışma açma kaygısı barındırıyordu. Geçtiğimiz hafta yayımlanan Takılma Kültürü yazısı/çevirisi ise, kadınları güçlendirmekten, ilişkiler üzerine düşünmek için yeni yollar sunmaktan ve ilişkilerdeki psikolojik erkek şiddetini kapsamlı bir biçimde yorumlamaktan çok uzak. Bu yüzden yazının açık veya örtük olarak ürettiği söylemlere yakından bakmak ve “takılma” meselesini doğru biçimde tartışmanın yollarını birlikte düşünmek istedik.
Öncellikle yazı, tarafların birden fazla cinsel ve/veya romantik partnere sahip olduğu ilişki türlerinin hepsini -farklı kişilerle bir kez görüşülen cinsel pratiklerden, birden fazla aşıkla duygusal yakınlık kurulan uzun süreli ilişkilere- çok eşlilik çatısında sayabileceğimiz ilişki biçimlerini tek bir terminolojiye hapsederek bu konuda yapılabilecek çeşitli tartışmaların önünü kapatıyor. Halen tek eşliliğin, üremenin, evliliğin ve heteroseksizmin toplumun tüm kesimlerinde ciddi bir baskı aracı olarak kullanıldığı patriyarkal toplumda, bu ilişki biçimleri dışındaki romantik/cinsel birlikteliklerin özgürlükçü potansiyeli üzerine konuşmanın, tek eşli pratikleri yeğleyen kadınlara karşı bir muhafazakarlık suçlaması anlamına gelmesi fikri ise çok endişe verici. Aynı zamanda, yazarın kendi ve görüştüğü insanların deneyimleri üzerinden yaptığı takılma kültürü tanımı, koskoca cinsel tatmin dünyasını sıkıştırdığı kutu, yarattığı takılma kültürü-bağlılık içeren ilişki ikililiği ve takılan kadınlara atadığı duygu dünyası sadece muhafazakâr değil aynı zamanda özcü.
Halbuki kadınların kendi takılma deneyimlerinden, yazarın “anlamsız seks ve sevgi dolu bir ilişkinin mutant çocukları” diye tabir ettiği “ilişkimsilerin” içerisinde olduklarına dair varsayımlarla karşılaşmaksızın bahsedebilecekleri bir alan, heteroseksüel ilişkilerde yaşanan ve gündelik kabul edilen şiddete karşı mücadelede elimizi güçlendirebilir. Takılan ve takılma kültüründe kendine bir özgürlük alanı açan kadınları edilgen, “duygusuz” birlikteliklerin içerisindeki kadınlar olarak tanımlamanın ise güçlendirici bir tarafı yok. Bu yüzden yazarın, takılma kültürünün içerisindeki sistematik şiddeti ifşa etme çabasını anlamlı bulmakla beraber, takılma kültürüne karşı bir alternatif sunma çabasını, yazının misyonuna aykırı olduğunu söylememiz lazım. Bu yazıda tartışmak istediğimiz, basitçe flört şiddeti olarak tanımlayabileceğimiz, evlilik dışı ilişkilerde yaşanan ve özellikle de psikolojik şiddetin yoğunlaştığı deneyimlerin, hiçbir ilişki biçimine mal edilemez oluşu. Aslında bakılırsa, yazının başlığına da gönderme yaparak, bu oyunun bir kazananı yok gibi.
Yazıda verilen bazı örneklerde gördüğümüz, birini topluluk içinde görmezden gelmek, yalan söylemek, güvenliğini öncelememek, ya da yazarın anısındaki Ben’in “Takılırken seni insan gibi görmüyordum” ifadesinde iyice netleşen davranış biçimi benzerleri, arada bir cinsel yakınlık olsun olmasın, hiçbir tanışıklık biçiminde kabul edilemez. Aynı zamanda, heteroseksüel bir ilişkide ilişkinin biçimine, karşılıklı davranış hukukuna, alınacak sorumluluklara ve tarafların beklentilerinin hangilerinin karşılanacağına dair kararları sadece erkek tarafının vermesi ve dayatması, yine toplumsal cinsiyet sebepli şiddetin gündelik hayatta karşımıza çıkan versiyonları. Tüm bu şiddet biçimlerini takılma kültürüne içkin görmek, üstüne üstlük bu kültürün karşısına da kadınları mutluluğa götüreceği vaat edilen bir alternatif koyma hakkını kendinde görmek, takılmayı seven kadınların gördüğü şiddeti bir anlamıyla meşrulaştırmak anlamına geliyor. Bir yandan da, yazarın “bağlılık içeren ilişkiler” olarak tanımladığı ilişki biçimlerindeki gündelik şiddeti de görünmez kılıyor.
Dolayısıyla şu soru kaçınılmaz oluyor: Yazarın gerçekleştirdiğine benzer bir araştırma, gençlik yıllarını uzun ve tek eşli ilişkiler içerisinde geçirmiş kadınlarla yapılsaydı, acaba kaç kadının ilişkilerinden memnun olduğu sonucuna varılabilirdi? Kaç kadın sevip güvendiği partnerinden bedeniyle ilgili incitici yorumlar duymamış, partneri için sosyal yaşamından, politik meşgalelerinden yahut kariyerinden feragat etmemiş, ilişki içerisinde kendisini yetersiz hissetmemiş olurdu? Duygusal olarak tatmin edici olduğu varsayılan, bağlılık içeren tek eşli ilişkilerin kaçında kadınların hazzının, geleceğinin, yaşamsal hedeflerinin erkeğinki kadar önemsendiğini görüyoruz? Kadının giydiği etekten yediği yemeğe kadar karışma hakkını erkeğe tereddütsüzce veren heteroseksüel ilişki dünyasında, sistematik flört şiddeti gerçekten sadece takılma kültüründe mi kendine yer bulabiliyor?
Takılmanın sadece erkeğin kazandığı bir oyun olduğunu ve kadının, hem de her kadının ancak tek eşli ve “güvenlikli” bir ilişki biçiminde duygusal/cinsel olarak tatmin olacağını söylüyor yazı. Bu iddianın doğru olduğunu varsayarsak, toplumsal cinsiyetin bu “güvenlikli alanda” hiç mi yeri yok? Ya da, Büşra Küçük’ün 4 Şubat 2107’de Bianet’e yayımlanan “Çok ya da Tek Eşli: Romantik İlişki” başlıklı yazısında söylediği gibi: “Böyle bir yapıda ‘sağlıklı’ olan tam olarak nedir? ‘Sağlıklı’ bir ilişki daha çok sınırın mı yoksa daha çok özgürlüğün mü kendini var edebildiği ilişkidir? Daha fazla sınır ve yasağın küçük, kapalı, kutsal bir yapıda ulvi bir sevgiyi yeşerteceği fikrine nereden kapılıyoruz? Bizi bu fikre iten belki bir nevi güven arayışı, sonsuza dek sevilip kollanacağımıza dair bir güvence ihtiyacı olabilir. Peki kollarımızla sarmalayıp bir kutunun içine hapsettiğimiz ilişkinin hakikaten tek ihtiyacı olan şey güven midir?”
Kaldı ki bağlılık içeren bir ilişkinin bir kadına sağladığı tek tatminin duygusal/cinsel olduğunu iddia etmek de bir ölçüde sınırlı bir tanım. Böyle bir ilişki içerisinde olmayan ve/veya olamayan kadınların, belli toplumsal onay mekanizmalarının dışına itildiğini hiç hissetmiyor muyuz? Tek eşli ilişki içerisinde olmayan bir kadının, bir erkeğin en azından sadık kalma sözü verecek kadar değer vermediği bir kadın olduğu fikrini sadece erkeklerin değil, kadın arkadaşlarımızın da rahatlıkla dile getirebildiğine üzülerek tanık oluyoruz.
“Oyunun Bir Parçası Olmak”ta da yine benzer bir bakış açısının izlerini görüyoruz; yani duygusal-bedensel bütünlüğe sahip, temel bir saygıyı hak eden insan muamelesi görebilmek için öncelikle bir erkeğin sizi “bağlanmaya uygun” görmesi gerektiği varsayımı. Aslına bakılırsa tam da bu bakış açısı, takılma kültürünün en yıkıcı unsurlarından birine dönüşüyor ve sistematik şiddeti besliyor.
Takılan kadınların, halihazırda kendilerine daha az saygı duydukları fikrini destekleyerek, bu kadınların daha fazla duygusal şiddete ve damgalanmaya maruz kalmasının önünü açıyor. Aslında istemediğiniz tek eşlilik ve bağlılık, bir anda sizin tercihiniz olmaktan çıkıp, layık olmadığınız bir değer gibi size sunuluyor. Hayatınızın belli zamanlarında tek eşli, belli zamanlarında takılmacı, belli zamanlarında ise cinsel bir perhiz içerisinde olabilme ihtimalleri bir anda elinizden alınıyor. Takılan biri olarak, günün birinde partnerlerinizden biriyle diğerlerinden daha yakın, derinlikli yahut tek eşli bir ilişki kurma hakkınız kalmıyor. Kadının tamamıyla edilgen konumlandırıldığı ve takılmanın da sadece erkeğin tercih edebileceği bir sömürü ilişkisi olduğu ön kabulünde, kadın mutluluğu için belli bir ilişki biçimine mahkum edilirken, erkek “ikna edebildiği” kadar kadınla takılıp, günün birinde de “takılmaktan fazlasını hak eden” bir kadınla karşılaştığında bağlılık ilişkisine girme hakkını kendinde görüyor. Oysa feministler olarak bir sorumluluğumuz da, kadınların nasıl mutlu olabileceğini tartışmak kadar, kadınların mutlu olabilecekleri birden fazla seçeneğe sahip olmasının yollarını aramak değil midir? Bugünün evlilik dışı ilişki dünyasının bize sunduğu iki sınırlı alternatiften yani bağlılık ve takılmadan birini seçmeye mahkum olmak yerine, her ikisinde de eşit ve özgür hissetmeyi, adil ve mutlu beraberlikler yaşamayı talep edemez miyiz?
Yazı, konu cinsel hazza geldiğinde de tıkanıyor. Duyguları seksten ayrıştırmaya çalışmanın mantıksızlığını kabul etsek bile bu, duyguları seksle ilişkilendirmenin tek yolunun bağlılık içeren ilişkiler olduğu anlamına gelmiyor. Sırf takılıyoruz ve kimi istatistikler “orgazm olamayacağımızı” söylüyor diye, takıldığımız insanlardan cinsel hazzımızı öncelemesini talep etmemeli ve “başa geleni çekmeli” miyiz? Herhangi bir cinsel birliktelikte, iki (veya daha fazla) tarafın her birinin, diğer kişinin bedenini dinleme, hazzını önemseme sorumluluğu olduğunu kabul edersek, erkeklerin bu sorumluluğu sadece tanıdıkları ve bağlandıkları kadınlarlayken üstlenmesini neden kabul edelim? Kadın cinselliğinin (ve tabii bu tür genellemelerde alışık olduğumuz üzere tek kast edilen cis kadın cinselliği) hetero-cis erkeklerinkinden çok daha karmaşık, “nüanslarla” dolu ve daha manevi bir deneyim olduğuna dair bu keskin önkabul, her kadının deneyimini karşılamadığı gibi cinsel özgürlük üzerine daha kapsamlı düşünmeyi de imkansızlaştırıyor. Bağlılık içeren ilişkilerde cinsel hazza ulaşacağımızın garantisi var mı? Ya da arzularımızı ancak korunaklı, güvenli ilişkilerde mi dile getirebiliriz? Yazıdaki gibi genellemelerin tartışma alanını daralttığı aşikâr.
“Hâkim kamusal söylem erkeklerinki kadar kadınların cinsel hazzını da önemsese, takılma kültürü hepten yerle bir olur muydu diye merak ediyorum“ diyor yazar yazının sonunda. Soruyu tersinden soralım: Kadınların cinsel hazzının, manevi tatminlerinin, yaşamsal pratiklerinin erkeklerinki kadar önemsendiği bir dünyada, bağlılık içeren ilişkilere ihtiyaç duyar mıydık? Öyle bir dünyada takılma kültürü, özellikle de genç kadınların ruhlarını parçalayan bir şiddet ortamında yaşanmasaydı, acaba bir şiddet alanı değil, bir sosyalleşme aracına mı dönüşürdü? Bir ilişki içerisinde olabilmek bu denli toplumsal onay kazandıran, duygusal/cinsel tatmin için vazgeçilmez kabul edilen ve hatta gelecek endişelerimizi de dindiren bir değere dönüştürülmeseydi, kaçımız bağlanmayı tercih ederdik? Bu sorular üzerine tartışmanın, takılma kültürü üzerine konuşmanın vazgeçilmez bir parçası olduğunu düşünüyor ve bir gün güven verici bir iklimde tartışabilmeyi murat ediyoruz.
Görsel: Alekos Fassianos