Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı Yanık Saraylar’ın Sedef Kakmalı Ev ile açılmasının isabet olduğunu söylemiştim. “Benim için düşçül bir şeydir edebiyat sade, düş’tür…”[43] diyen yazarın düşler ile dolu, düşsel bir öyküsü bu çünkü. Bu kadar çok parantez açmamızı sağlaması da cabası.
Yaptığım şey edebiyata, edebiyat metinlerine kulak vererek çalışmanın yöntemini şekillendirmek oldu. Kadınların hikâyelerinin bana bir yol çizmesini istedim.
Yazarak varolmak/kendini inşa etmek isteyen bu üç kadının yazıyla, yazar olmakla kurduğu bağ da olumsuzlama üzerine. Peki akıbetleri ne oluyor?
“Fantom erkeklik kavramını, kaybedilen uzuvların ağrımasını nitelendiren fantom ağrı fenomeni gibi, yitirilen erkeklik iktidarının yarattığı anksiyeteyi tanımlamak için öneriyorum.”
Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?
Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.
Reddetmenin, düzenin içine sığamamanın, gerekiyorsa kaçmanın, başkaldırmanın, çeşit çeşit gitmelerin, çocuklarını dahi terk ederek gidebilmenin hikâyesidir Tante Rosa.
“Şu defterle de hasbihal etmezsem çıldıracağım!”
Babayı öldürüyor Boralıoğlu, hem de bir değil, iki kez.
Ne olur sonumuz (Okuyamadılar) olmasın.