Erkin sınırlarını sürekli genişletmesi gerektiğinin mesajını veren siyasal, toplumsal ve devlet söyleminde bu “normallikte” şaşılacak pek az şey vardır.
“Halk denen bu gözsüz canavarın, kaptansız vapurun, tanıksız hikâyenin, babasız kızın birbirleriyle tam anlamıyla örtüşmeksizin, hatta belki bu sayede gittikçe boyutlanan anlamlara geldiğini, gelebildiğini düşündüm.”
Bir tanık yoksa bile şeylerin tarihinin yazılabileceğini ima eden bir ses yükseliyordu Leyla Erbil’in metninden.
Kocaeli Cezaevi’ndeki Gultan Kışanak’a, bir “bulut kaçıran” olması dileğiyle…
Sosyalist kadınların 12 Eylül anlatılarında politik yaşam içinde kadınlık deneyimlerinin çoğulluğu ile kadınların yaşam öykülerinden kesitleri bir arada bulmak mümkün.
Yazma eylemini gündelik hayat arşivi oluşturmak için sürdürme kararlılığında olan kadınların 12 Eylül anlatıları, yeni tür oto/biyografinin, feminist oto/biyografinin öncü örnekleri olarak düşünülemez mi?
Kendinden önce yazan kadınlara olan borcunu birçok kez dile getirmiştir Woolf. Ama Judith Shakespeare figüründe bir başka vurgu vardır. Figür geçmişe ait gibi durur; oysa geleceğe aittir. Bir selef değil, bir halef figürüdür. İzlenecek değil, yaratılacak önceldir.
Acı dolu bir kadınlık deneyiminden kaçmak için mi bir “çift cinsiyet” sığınağı yaratmıştı Woolf, yoksa kadınlık-erkeklik bölgelerini keskin bir bıçakla ayıran bir büyük bölünmenin acısından mı kaçıyordu?
Rutini sarsan küçücük bir ayrıntı, bir dokunuş, karanlığı deliyor bazen, sahnenin içine çekiyor, hayata döndürüyor.
Cadıların çağırdığı karanlık, Macbethler’inkinin aksine, kozmosun biçimlerinin içinde kaynadığı kazandan, karanlık maddeden başka bir şey değil.