Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı Yanık Saraylar’ın Sedef Kakmalı Ev ile açılmasının isabet olduğunu söylemiştim. “Benim için düşçül bir şeydir edebiyat sade, düş’tür…”[43] diyen yazarın düşler ile dolu, düşsel bir öyküsü bu çünkü. Bu kadar çok parantez açmamızı sağlaması da cabası.
Başka gözlüklere, kör noktaları görebileceğimiz, farkları, ayrımları, heterojenlikleri tanıyabileceğimiz gözlüklere ihtiyacımız var. Feminist politika bir bütün etmeyen parçaların birlikteliği olarak neden ele alınmasın?
Tıpkı bu dizide olduğu gibi, tüm dünyada giderek artan ötekileştirilmiş grupların örgütlenmelerinin yarattığı etki, sadece sokaklarda, meydanlarda değil sosyal medyadan tutun dizilere ve filmlere kadar kamusal alanın geneline yayılıyor.
Geçmişle hesaplaşmanın, gelecekle yüzleşmenin utangaç, korkak, yalnız ve tedirgin bir ruhta gövdelendiği yer, Janet Frame’in edebi derinliğinin de, hayal gücünün de kaynağıdır.
Dil, altında fokur fokur kaynayan kozmik ayrımsızlığın titreşimini de, bu ayrımsızlık karşısında duyulan ilkel dehşeti de, bu dehşeti ehlileştirmeye yönelik yasa-mantık koyucu buyruğu da bağrında taşıyor.
Yazarak varolmak/kendini inşa etmek isteyen bu üç kadının yazıyla, yazar olmakla kurduğu bağ da olumsuzlama üzerine. Peki akıbetleri ne oluyor?
Basê’nin tanıklığındaki hatırlayışlar/hatırlatışlar sesin saklayan, yola sokulamayan, bastırılsa da geri dönen boyutuyla ilişkilidir.
“Aile, bir kazadır.” Lütfi Akad’ın Gelin’i ve Fikret Reyhan’ın Çatlak’ı, belki de en çok bunu hatırlatıyor.
Bu sesleri, içinden çıktığı dönemin ses perdesinde derin izler bırakan, delikler açan bir karşıt-ses, bir karşıt-bellek gibi duyduğumdan önemsiyorum.
Pezzettino dönüştürücü. Bir şekillenişe doğru götürmüyor da bizi, şekillenişin ne demek oluşunu tanımaya götürüyor. Feminizm de böyle değil mi?