2019 yılında Kıbrıs’ta ortaya çıkan iki seri kadın cinayeti ve toplu tecavüz davalarına ilişkin olarak kamuoyunda yer alan eleştirel analizlerden farklı olarak, konunun daha az belirgin bir yönüne, Kıbrıs’ta cinsiyete dayalı şiddetin devam ettiği çatışma sonrası bağlama odaklanıyorum.
Hiçbir erkek Müslüman olmayı “hak etme” baskısı altında Müslüman kalma mücadelesi vermiyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmedik, zira o siyasi iktidarlar, yasakoyucular tarafından “bildirilen” bir metin olduğu kadar, istisnaî bedellerle ele geçirilen bir hak metnidir de.
Berfin’i suçlayarak, kadına yönelik şiddet konusunda sorumluluğu kadınlara (da) yükleyenler suça ortak olduklarının farkındalar mı?
Köşede oturanlara tepkiliyiz, çünkü kaçımız, sokakta kaç kadın, trans ya da eşcinsel bir erkek şiddete uğrarken kimselerin gelmediğine, sessizce köşeden izlediğine, kafasını çevirdiğine, bazen zincirleme trafik kazası ya da hafriyat makinesi izler gibi seyre daldığına defalarca tanıklık ettik.
Terk edildikleri için öldüren, bahane olarak kadını orospulukla, aldatmakla suçlayan erkekler ve canını kurtarmaya çalışan kadınlar arasında kaç yıllık fark olmalı?
Yargının erkek şiddeti davalarındaki cezasızlık pratiği, bizi cezalar konusunda garip bir noktaya sürüklemedi mi?
Ne feminist hareket ne de kadın hareketi bu kadınları ve eylemleri yer yer kahramanlaştırmak dışında, politik gündemi yapabilmiş değil.
Dışarıdaki her Weinstein için sessiz kalmamayı seçen, sessiz kalınması gerekmeyen bir dünyayı ören ve onlarla mücadele eden kadınlar var.
Nafaka, erken yaşta evlilik ya da şimdi sözünü ettiğimiz İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması konusunda AKP tabanı iktidarla aynı şeyi söylemiyor.