Gayya kuyusu gibi bir bürokrasinin, sizi dışına atmak için uğraşan bir sistemin içinde en ufak dertler bile rüyalara girecek derecede karmaşıklaşıp zihni bulandırıyor. Birçok konuda olduğu gibi burada da toplumsal yapının üst-orta katmanlarında değilseniz, ya da oraya çıkan asansörde, gitmek ne bir başarı hikâyesi ne de bir kurtuluş oluyor.
Ermeni transatlantik göçü üzerine literatürde kadınların özneliğine rastlamak zordur. Amerika’ya göç eden kadınların deneyimi genellikle Dahiliye, Hariciye ve Zaptiye nezaretleri arasında geçen yazışmalarda kaybolur.
Göç ederken yalnızca bir bölge ve orada yaşayan insanlar değil, aslında bir zaman terk ediliyor ve o zamana dair her şey, o anda yok oluyor.
Oysa tıpkı plastik gibi sınırlar da insan yapımıdır ve plastik gibi yeniden şekil verilebilirdir.
Göç eden Ermenileri tanımanın, kodlamanın, sınıflandırmanın ve numaralandırmanın bir tekniği olan fotoğraf teknolojisi, aynı zamanda bu ayrımcılığı ve kriminalizasyonu kayda da geçiriyordu.
Selda Öztürk göçmen kadınların savaş ve müzik deneyimlerini anlatıyor.
Sarah’nın Toronto’da tek başına ölmesi korktuğumuz her şeyin bir araya gelip somutlaşmasıydı: evlerimizden uzakta yalnız ölmek, toplumumuz tarafından, ölümümüzden sonra bile yargılanmak, nefret edilmek.
Kadınlar kendilerini göstermeye başladıklarında, entelektüel ve fiziksel olarak alanlarını talep ettiklerinde bu bir sorun haline geliyor.
ABD’nin kötüsü de iyisi de bu hafta sahnedeydi.
““Zorunda kalmak” çok geniş sınırları olan bir yer. Hayattaki en korkunç şeylerden biri evini ve yurdunu bırakıp gitmek zorunda bırakılmaktır derken kendimi bu zorunluluğa elbette dahil edemiyorum. Yine de zorunlu olarak bizim de bir hikayemiz var.”