En muhabbetli ailelerin bile geçmişinde saklı kurucu sırlar olması ile, ailenin, genç kuşakları da kendine benzeten bir kriminal kuruma dönüştürülmesi, aile ile devlet arasındaki aynılığa işaret ediyor.
“Romanın babayla, suçun failiyle değil; anneyle, suçun tanığıyla yüzleşme romanı olduğunu söyleyebiliriz.”
Erkin sınırlarını sürekli genişletmesi gerektiğinin mesajını veren siyasal, toplumsal ve devlet söyleminde bu “normallikte” şaşılacak pek az şey vardır.
“Halk denen bu gözsüz canavarın, kaptansız vapurun, tanıksız hikâyenin, babasız kızın birbirleriyle tam anlamıyla örtüşmeksizin, hatta belki bu sayede gittikçe boyutlanan anlamlara geldiğini, gelebildiğini düşündüm.”
Bir tanık yoksa bile şeylerin tarihinin yazılabileceğini ima eden bir ses yükseliyordu Leyla Erbil’in metninden.
1990’ların sonundan bu yana “fenomen” olmuş diziler üzerinden Türkiye’nin kültürel politik iklimine bir bakış…
Kendinden önce yazan kadınlara olan borcunu birçok kez dile getirmiştir Woolf. Ama Judith Shakespeare figüründe bir başka vurgu vardır. Figür geçmişe ait gibi durur; oysa geleceğe aittir. Bir selef değil, bir halef figürüdür. İzlenecek değil, yaratılacak önceldir.
Acı dolu bir kadınlık deneyiminden kaçmak için mi bir “çift cinsiyet” sığınağı yaratmıştı Woolf, yoksa kadınlık-erkeklik bölgelerini keskin bir bıçakla ayıran bir büyük bölünmenin acısından mı kaçıyordu?
Maier’in muhteşem fotoğrafları ve sanatı bu kadar değerliyken, yönetmenin kirli çamaşır arayışına girmesi estetik, entelektüel ve ahlaki açıdan rahatsız ediciydi.
Rutini sarsan küçücük bir ayrıntı, bir dokunuş, karanlığı deliyor bazen, sahnenin içine çekiyor, hayata döndürüyor.