Bir kez kaçmadan, kaçmanın gücünü hissetmeden eve tekrar tekrar yakalanışını da fark edemiyor insan.
Ev bir yanıyla hep anneye işaret ediyor. Sığındığımız kadar kaçtığımız bir yere, bedene. Ne kadar geride bırakmaya çalışsak da hep yanımızda taşıdıklarımıza.
Konu mültecilik olunca dünyanın tüm coğrafyalarının ne kadar aynılaşabildiğini, insanların aidiyetleri, varlıkları sayılara, kodlara endekslendiğinde en iyi denilen sistemlerin bile ne kadar yozlaşabildiğini anlatıyor Stateless.
Affedememenin, suçluluğun, öğretilerin, öğretilerden kurtulmanın çetrefilliğinin, cevap aramanın ve cevap bulmanın bir tezahürü The Lost Daughter.
Ruh yittiğinde mi bürünülür maskeye? Yoksa ruhu örten, donduran, giderek yok eden şey midir maske? Ya da arkasında yarattığı sahicilik efektiyle beraber hakikatin kendisi mi?
Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var.
Görmediği babasının mezarını ve hatırasını arayan Mizgin Müjde Arslan’ın kamerası dizinsel ile temsil dışı/dolaylı bir aralıkta yolculuk ediyor.
Duras, teatral söze dinsel ayinlerin kudretini taşımak istemiştir; bu sebeple, duanın, mutlak muhataba yönelirkenki sessizlik ethosunu benimser
Bir barış anıtında bulunması zorunlu olan şeyi, savaşı unutulabilir kılan geçiciliği göstermek istiyordu Duras. Anmayı, hatırlamayla değil, unutuşun tekrarlarıyla mühürlüyordu.
Tanrı, insanı sizin karakterlerinizin suretinde yaratsaydı, gövdemizde en eski terkten kalma insan-benzeri bir delik olurdu.