Oğuz’un İstasyon’u, anlaşılmaz olduklarında dahi başkalarını sevmeyi ve onlara saygı duymayı öğrenmek üzerinedir tam olarak.
“Romanın babayla, suçun failiyle değil; anneyle, suçun tanığıyla yüzleşme romanı olduğunu söyleyebiliriz.”
“Halk denen bu gözsüz canavarın, kaptansız vapurun, tanıksız hikâyenin, babasız kızın birbirleriyle tam anlamıyla örtüşmeksizin, hatta belki bu sayede gittikçe boyutlanan anlamlara geldiğini, gelebildiğini düşündüm.”
Bir tanık yoksa bile şeylerin tarihinin yazılabileceğini ima eden bir ses yükseliyordu Leyla Erbil’in metninden.
Acı dolu bir kadınlık deneyiminden kaçmak için mi bir “çift cinsiyet” sığınağı yaratmıştı Woolf, yoksa kadınlık-erkeklik bölgelerini keskin bir bıçakla ayıran bir büyük bölünmenin acısından mı kaçıyordu?
2017 yılının Aralık ayında The New Yorker’da yayımlanmasıyla birlikte viral olan Kristen Roupenian öyküsü, #metoo, #uykularınızkaçsın ve dahası…
Ingeborg Bachmann’ın romanları ataerki ve faşizm arasındaki ilişkiyi acımasız bir netlikle açığa çıkarır.
“Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara” ithaf ettiği kitabında Melisa Kesmez, okurlarını duvarları kayıplardan örülü, koridorlarında gitmeler serili, merdivenleri kalmalara inen, odaları hafızalara açılan bir eve davet ediyor.
Napoli Romanları’nı okurken içime oturan tarifsiz hissin tarifini yine Ferrante vermişti: Frantumaglia.
Beni geri çektiği o yer ve zaman, makulen umabileceğim tek şeyin aldığım her davette ancak hizmet etmek için orada olabileceğimi söylüyordu.