Geçtiğimiz sonbaharda yayınlanan Karanlıkta Kanto kitabının yazarı Nis Tuğba Çelik ile yazma süreci, yazının cinsiyetle ve cinsiyetsizlikle olan ilişkisi, yas, dil, oyunbozanlık gibi pek çok tema etrafında öykülerini konuştuk.
Kadınların yaşam öykülerini dinlemek, bizim için asla sadece ampirik bir veri taraması, kayıtsız bir gözden geçirme değildi, olamazdı.
Tanguy Viel, Telekız romanında bizleri rıza var mı yok mu kolaycılığından öteye geçerek, görünüşte rıza göstermekle gerçek rıza arasındaki farkı nasıl tanımlayacağımız üzerine düşünmeye çağırıyor.
Bir mekân, yer olarak ev ile bir kovuk, sığınak olarak ev arasındaki o incecik ve geçirgen sınırda salınırken ait olmakla olmamak, yabancı olmakla olmamak arasında da gidip gelmiyor muyuz? Bir ev ne zaman evdir, ne zaman kovuk?
Hayaletlerin ikili cinsiyeti ölümden sonra devam ettirmesi gibi bir olasılık yok, çünkü bu, insanlara has bir kurgu. Yani bunun bir yerde bitmesi gerek. Hayaletler biz onları tanıyabilelim diye erkek ya da kadın olarak zuhur eder. Hatta sırf bu yüzden kıyafet giydiklerine eminim.
Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı Yanık Saraylar’ın Sedef Kakmalı Ev ile açılmasının isabet olduğunu söylemiştim. “Benim için düşçül bir şeydir edebiyat sade, düş’tür…”[43] diyen yazarın düşler ile dolu, düşsel bir öyküsü bu çünkü. Bu kadar çok parantez açmamızı sağlaması da cabası.
Kendimizi üstümüzde öteden beri iktidar sahibi olanlar tarafından bize verilen etiket ve kimliklerin hapishane hücrelerine kapattığımızda, sahneleyeceğimiz şey en iyi ihtimalle bir hapishane isyanı olur. Devrim değil.
Tuhaf Bir Kadın‘ın her iki çevirmeni de yazarlarını anlamak ve açıklamak için dilin sınırlarıyla uğraşmak zorunda kaldı.
Hissizleşmek, ara vermek, düşünmemek. Uyandığında bir şeylerin değişebileceğine inanmak, uykunun dayanmayı, direnmeyi kolaylaştıracağına inanmak. Bir kaçış, bir nefes gibi uyku
Yazarak varolmak/kendini inşa etmek isteyen bu üç kadının yazıyla, yazar olmakla kurduğu bağ da olumsuzlama üzerine. Peki akıbetleri ne oluyor?