Bridgerton gibi yapımlar, öyle ya da böyle kadınlık deneyimlerimizi sadece geçmişe bakarak değil şimdinin alışkanlıklarına, düşünce biçimlerine de bakarak güncellemek için bir fırsat veriyor.
Sığındığımız yerler ve dolayısıyla pek tabii ki yıkılabilen, korunduğumuzu varsaydığımız bildik yerler hep yeni baştan örebileceğimiz kendi hikâyelerimizi de içinde saklamaz mı?
Emily yeni nesil kariyer kadını olarak Paris için yola çıkmış bir fetihçi değil, onda kendi etkisini yaratmaya kararlı bir tekno avangarttır. Zira üç sezon boyunca Paris’te yaşayan Emily, Paris’i Paris yapan şeyin ne olduğunun peşine asla düşmez.
Midge stand-up sahnesine adım atarken, o sahnede kendi hayatına, erkeklerin dünyasına, klişelere, öğretilen tüm doğrulara ve yanlışlara kılıçlarını çekiyor.
Kriz ve çözümünü, şiddet ve barışı aynı geceye sığdırmak, senaryoyu neşterle kesip atmakla eşdeğer.
Sonuçta nilüfer yiyenler parasını ödedikleri müddetçe sonsuz kaçışlarını sürdürürken, onlara hizmet etmek zorunda olanlar yüzlerine o gülümsemeyi yapıştırmaktan asla kaçamayacaklar.
Zekâ ve entelektüel donanım Delpy’nin gezindiği sularda en kullanışlı tahakküm aracı.
Mare of Easttown, aileyi kutsayan polisiye anlatıların ve bu anlatıların mekân olarak sakin bir arka planı olan kasabaların ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışının kırıldığı alternatif bir anlatı diyebiliriz.
En muhabbetli ailelerin bile geçmişinde saklı kurucu sırlar olması ile, ailenin, genç kuşakları da kendine benzeten bir kriminal kuruma dönüştürülmesi, aile ile devlet arasındaki aynılığa işaret ediyor.
1990’ların sonundan bu yana “fenomen” olmuş diziler üzerinden Türkiye’nin kültürel politik iklimine bir bakış…