Kocası ve oğluyla beraber bir evde yaşayan Olive’e kocası Henry, sevgililer günü hediyesi olarak bir kart verir, Olive okur ve çöpe atar.
Filmden kareler değil, cümleler yazmak istiyorum: “annem hep bunu yapar…”, “benden utanıyorsun biliyorum”, “çok şanslısın benimki gibi kulakların yok” , “nasıl bir kız annesini tanımaz.“
Kadın içine girilen, deforme edilen, döllenen ya da bakışla sömürülen, fethedilecek nesne değildir artık.
Bu seyahatten dönülecekse de bu ailenin bir daha bir araya gelmeyeceği kesinleşmiştir.
Keiko, son kertede evlenip bir yuva kurarak ailesinin gözüne giremese de, sistemin kusursuz işleyen çarklarının birinin içinde, süpermarkette, güven buluyor, razı oluyor ve zamanımızın sık tekrarlanan ifadesiyle iyi hissediyor.
İnsan aklı ve tahakkümüne göre işleyen bütün kurumlarca katildir Janina. Canlıların yaşama hakkını savunan ekofeminist bir perspektife göreyse bir halk kahramanı.
Kendi hayal kırıklıklarımı ve ketumluğumu da işin içine katarak sormadan edemiyorum: Yanında durabilmek için size nasıl bir Venüs lazım?
Arendt’in “korkunç olanın sadece saçma değil, düpedüz komik de olabileceğini anlayacak kadar aklı başında” olmak gerektiğini yazdığı zamandan yarım yüzyıl sonra…
Sinema dokunur ve bu dokunuş her zaman şefkatli, sıcak, imkân dolu olmayabilir.